30 Ekim 2007 Salı

Sol Etiketli Müzik

Sol Etiketli Müzik
Bu güne kadar üzerinde ısrarla durduğumuz ve değişik boyutlarıyla ele alıp, irdelediğimiz bir konu oldu devrimci sanat ve devrimci sanatçılık. Sanatın değişik dallarında; şiirde, sinemada, müzikte, resimde ve tiyatroda, bir bütün olara edebiyatta, hem var olan ürünleri, eserleri ile birçok sanatçıyı değerlendirip, devrimci tarzda eleştiriye tabii tuttuk, hem de kendi somut üretimlerimiz ve pratiğimizle devrimci sanata ve devrimci sanatçılığa dair bir perspektif oluşturmaya çalıştık.

Geriye dönüp bakıldığında, bir zamanlar gündem olmuş, belli bir okuyucu ya da dinleyici kitlesine sahip olan, şair yazar ya da müzik gruplarının bu gün esemesinin dahi okunmadığını görüyoruz. Bir roman, bir şiir ya da, bir kasetle üstelik sol bir söylem kullandıkları halde, yalnızca bir atımlık barut olabilen bu sanatçıların yaşadığı sorun neydi? Kendilerine sorarsanız “İlerici”, “devrimci”ydiler… Öyleyse hayatın ve kavganın akışına neden ayak uyduramadılar? Kısırlaşmalarının, üretimsizliğin ya da giderek daha bir yozlaşmanın, içerikte ve biçimde gericileşmenin nedeni neydi? Neden yaratıcı olamadılar? Neden kalıcı, istikrarlı, sağlam bir çizgi oluşturamadılar? Asıl dertleri güncel olanı, piyasada “iş” yapanı ele almak, bu yolla daha çok satmak, daha çok para kazanmak mıydı? Eğer öyleyse, solculukları, devrimcilikleri sadece bir etiketten ibaret değil miydi?

Hemen her sanat dalı için bu benzer sorularla yeniden değerlendirilmeyi bekleyen pek çok sanatçı ve sanatsal ürün var. Yaşadığımız sürecin özgünlüklerini, Anadolu halklarının kurtuluş kavgasının geldiği boyutu, devrim ve karşı devrimin kalın çizgilerle ayrıştığı, saflaşmanın daha bir belirginleştiği bu aşamayı dikkate alan bir tartışmaya ihtiyaç olduğuna inanıyoruz. Doğru ve yanlış, dürüst ve sahte olan netleşmelidir.

Egemenler için “denizin tükendiği” bu aşamada, halkın kurtuluş kavgasını bu anlamda sahiplenenlerle, bu kavgada yaratılan değerleri mirasyedi gibi tüketen, sol etiketli asalakların net bir biçimde ayrıştırılması şarttır.

Bu yazı özelinde müzik gruplarını; sol bir etiketle bir dönem “iş” yapan ama bugün tükenen, üretemeyen, kısırlaşan müzik gruplarını ele alacağız. Ahmet Kaya, Zülfü Livaneli, Selda vb. için artık söylenecek söz yoktur. Ne hayatın ne de kavganın hızlı ve sarsıcı akışı karşısında sahtekârlık yapacak manevra alanları kalmamıştır. Gerçek yüzleri çoktan ortaya çıkmış durumdadır. Üretemeyen, “Nostalji” albümleriyle durumu idare etmeye çalışan bir haldedirler.

Asıl olarak üzerinde duracağımız, 1980’li yılların ortalarından itibaren giderek sayıları çoğalan, kimisi belli bir siyasi çevrenin sesi olmuş, ama zamanla az da olsa var olan devrimci duyarlılığını yitirmiş müzik gruplarıdır. Grup Yorum’un kurulduğu 1985’li yıllara denk düşen dönemde, çoğunluğu üniversite gençliği içinden çıkan bu gruplar, o döneme özgü coşkularını, heyecanlarını, duyarlılıklarını, halka ve sorunlarına yönelik hassasiyetlerini zamanla yitirdiler. Kimisi bir, kimisi iki kaset yaptı. Belki birkaç konser düzenlendi ama ne yazık ki devamını getiremedi. “Grup Merhaba”, “Bengi Türkü”, “Günola”, “Grup Çağrı”, “Çağdaş Türkü” gibi gruplar ne varlıklarını koruyabildiler, ne de kalıcı izler bırakabildiler. Yok oldular.
“Grup Baran”, ”Grup Merhaba”, “Çağdaş Türkü” ve bugün esemesi dahi okunmayan diğerlerinin ortak bir özelliği vardı: 12 Eylül Faşist cuntasının ezip geçtiği, yılmış, yıkılmış, yenilgi psikolojisine kapılıp, halka ve devrime olan inançlarını yitirmiş “eski” lerden oluşuyordu üyeleri. Eski TKP’li, eski TİP’li, eski DY’li, eski Kurtuluş’çu gibi… Nasıl ki örgütsel yapıları, faşist cuntanın fiziki ve ideolojik saldırıları sonrası yeni dünyalar keşfediyorsa, onlar da aynı seyri izlediler.

Gün geçtikçe daha fazla yozlaşan, dejenere olan kültürel yapıları ve düşünme biçimleriyle, ilk çıkışta ele aldıkları konulara olan duyarlılıklarını bir süre sonra yitirdiler.

Hatta “Ezginin günlüğü” gibi,1980’li yılların ortalarında, 12 Eylül cuntasının yarattığı yoz kültüre alternatif olma arayışıyla ortaya çıkan gruplar bile, bir süre sonra ya dağılma noktasına geldiler, çalışmalarını durdurdular, ya da dağılıp yok oldular. Ya da ayakta kalabilmek için yeniden yapılandılar. İlk başlarda ağırlıkla gençliğin sahiplendiği bu gruplar, halk müziği çalgılarını, batı enstrümanlarıyla kaynaşabiliyor, çokseslilikte olumlu bir çizgide seyrediyorlardı. Nazım Hikmet, Ahmet Arif, Enver Gökçe gibi şairlerin şiirlerini besteliyor ya da geleneksel halk türkülerini yeniden düzenleyip söylüyorlardı. Duyarlıydılar, hümanisttiler, yaşananlara karşı tepkilerini bir biçimde dile getiriyorlardı. Ama yetmedi!..

1990’lı yıllarda yaşananlar, sosyalist sistemin yıkılışı ve revizyonizmin iflası sonrasında, var olan duyarlılıklarını tümden kaybettiler. Halkın değerlerine, yaşanan toplumsal sıkıntılara, sorunlara giderek yabancılaştılar. Ayrı bir dünyanın insanları oldular. Devrime, devrimciliğe, halka ve halkın değerlerine olan kısmi vurguları, bir süre sonra hiç yapmaz oldular şarkılarında. Saydığımız bu konular onlar için ya nostaljik sohbetlerin konusu ya da ele aldıklarında küfürle andıkları bir geçmiş… Az da olsa sahip oldukları değerleri terk ettiler, piyasanın aradığı tipte sanatçılar haline gelip, piyasanın istediği şarkıları yaptılar.
Örneğin Ezginin Günlüğü, tıpkı Yeni Türkü gibi, içerik olarak temeline bireyin dünyasının oturtulduğu, umutsuzluğun, karamsarlığın, bunalımlı ruh halinin ve boş vermişliğin erdem sayıldığı sözlerle kasetler yapmaya başladılar. “İstavrit” adlı kasetinde Ezginin Günlüğü; “Çık yollara şarkı söyle / Ne hale geldi dünya böyle / unut olanı ver elini oyna / Ceketini, bakışını, gülüşünü topla / geriye kalan acınası dünya” diyor, boş vermişliği, bireyciliği örgütlüyordu… Daha sonraki ürünlerinde de aynı biçimde bunalım, muğlaklık, karamsarlık hakim oldu… Ele aldıkları konularda öncelik; aşk, doğa, barış, çiçekler, insanlık, kuşlar vb. idi. Politika kaygıları olsa da, korkak, çekingen ve düzenin izin verdiği ölçüde yaptılar.

Bugün, hasbelkader varlığını devam ettiren “sol etiketli” bu grupların en önemli açmazları, her şeyden önce örgütsüz oluşlarıdır. Sözde devrimci, sözde solcu, ilerici olan ama örgütsüzlüğü her şeyin üzerinde gören ve bireyi yücelten bu gruplar, örgütlü yaşam ve mücadeleden her zaman korktular. Korktukları; devrim yolunda ödenmesi zorunlu bedellerdir. Bedel ödemeden hiçbir hakkın kazanılmayacağını, özgürlüğün bahşedilmeyeceğini bilmiyor olabilirler mi?

Sözde solcu ama devrimci bir ideolojiye sahip değil…

Sözde solcu ama örgütlü mücadeleden kaçıyor…

Mücadeleyi, halkın çektiği acıları, yaşanan baskı, işkence ve katliamları, kayıpları sadece izliyorlar… Sözde solcular ama sadece gözlemcilik yapıyor var olanı değiştirmeye kesinlikle yeltenmiyorlar.

“Müzikte slogana yer yok!” gibi teranelere sarılıyor, politika yapmaktan duydukları korkuyu, sözde sanatsal içerikli tartışmalarla perdelemeye çalışıyorlar.

Üstü kapalı ya da dolaylı anlatımlarla halkın sorunlarını ele alıyorlar ki alabilene aşk olsun. Yaşanılan süreçle ilgili olmayan tali yada marjinal kalmış bir konuyu, olay ya da olguyu işliyorlar. Arada okunan Pir Sultan türküsü ya da kürtçe okunan bir geleneksel türkü ile de zevahir kurtarılamaya çalışılıyor.
Onlara göre müzikte politik bir söyleme sahip olmak, gerçekleri yalın ve anlaşılır bir dille ifadelendirmek kabalık, dogmatiklik ve hatta slogancılık oluyor. Elbette ki yürekleri hayatın ve kavganın ortasında atmayanların, öfkeyi, kini, hesap sorma isteğini, adalet, eşitlik ve devrim özlemini anlamaları mümkün değildir.

Sözde solcudurlar ama radikal olmaktan, militan tavırlardan korkar ve çekinirler. Kendi kabuklarında yaşarlar. Halka yabancılaşmış, halka tepeden bakan bireyler durumundadırlar. En iyi yaptıkları, burjuva hümanizması ile olaylara yaklaşmaktır. Olayların özünü, sömürü ve zulmü ele almaz, hedef göstermeyen sözlerle, var olan duruma sadece gözyaşı dökerler. Kendi yaşamadıkları, hissetmedikleri acıların, yoklukların, baskı ve zorun dışarıdan edebiyatını yaparlar. Ama bu kendini giderek tüketen bir edebiyattır. Nitekim öyle de olmuş; taraf olmayı doğru devrimci bir ideoloji etrafında örgütlü olmayı reddettikleri için, bugün üretemez duruma düşmüşlerdir.

Suya sabuna dokunmayan, içerikte bireyi göklere çıkaran, biçimde ise popçulardan esinlendiği düzenlemelerle “değişik” ve “yeni” bir şeyler yakaladığını zanneden bu “sol etiketli” gruplar için artık yolun sonu da gelmiş durumdadır.

Disiplinsiz ve bohem yaşantıları, ahlaki-kültürel yozluk ve dejenerasyonları, uzlaşmacı, teslimiyetçi kafa yapıları ve yaşam biçimleriyle hem halkın hem de kurtuluş kavgasının uzağındadırlar. Halkın ve hayatın içinde değillerdir. Ne halkın direncinde, ne de sevdasında yer edinememişlerdir. İşçisi, memuru, gençliği, gecekondulusu ile hayatın hayatın her alanında halkla kucaklaşmayan ve bunu bir yaşam biçimi haline getiremeyen bu “sol etiketli” müzik grupları için gelinene aşamada tek çare, güncel olanı, rağbet edileni, piyasada “iş” yapanı tercih etmektedir.

Kafaları sadece kendi cepleri için çalışan tüccarlar durumuna gelmişlerdir. Halkın ve mücadelenin yarattığı değerlerine sahip çıkmamakta, asalak ve talancı zihniyetle yalnızca sömürüsünü yapmaktadır. Popülisttirler… Bu nedenle özünü savunmaz, bizzat kavgasını vermezler ama “iş” yapacağını, piyasada tercih edileceğini bildiklerinden “Sivas”ta yakılan aydınlar için türküler yakar ya da Mahir Çayan’ları, Deniz Gezmiş’leri, İbrahim Kaypakkaya’ları işleyen parçalar yaparlar.

İçeriğine bakmaksızın halk müziğinden herhangi bir türküyü kasetlerine alabiliyorlar. Kürtçe parçalara kasetlerinde yer verebiliyor, konserlerinde söyleyebiliyorlar. Ama yaptıkları sadece saydığımız tüm bu değerleri sömürmekten başka bir şey değildir. Aynı şeyi halk türküleri için de söyleyebiliriz. Burada da halk müziğine yoğunlaşan ilgiyi sömürüyorlar. Tek kelimeyle piyasacıdırlar, hepsi bu!

Coşkusuz söyleyişleriyle, ilerici, devrimci şairlerin şiirlerini de özünden uzaklaştıran, hatta özünü öldüren, bu sol etiketli müzik grupları, şimdilerde sadece “moda” olanla “iş” yapanla, piyasada rağbet edilenle uğraşıyor; yeri geliyor “Alevici”, yeri geliyor “yurtsever” olabiliyor, laf aramızda iyi de para kazanıyorlar.

Aslında, meselenin özü, bizzat hayatın içinde olunup olunmadığı sorunudur. Hayatın içinde olmak, halkın içinde olmak, onun haklı ve meşru kavgasının içinde olmak demektir. Hayatın içinde olmak, bir devrimci sanatçı için üretimin kaynağında olmak demektir.

İşte 1985’lerde Grup Yorum’un müzik faaliyetine başladığı dönemde ortaya çıkan ama bu gün esemesi dahi okunmayan “sol etiketli” müzik gruplarıyla Grup Yorum’un farkı buradadır. Önce “Grup Yorum”, daha sonra “Grup Ekin” ve “Özgürlük Türküsü”, kurulduktan bu güne dört duvar arasına hapsolmadılar. Halka soluk alıp verdiler. Acılarını, sevincini, coşkusunu, açlığını, yokluğunu, direnişini, kavgasını, öfkesini, kinini, hesap sorma isteğini paylaştılar.
Örgütlü mücadele içinde, örgütlü-militan bir sanatçı tipinin yaratıcısı oldular. Grevlerde, direnişlerde, gecekondu yıkımlarında, Zonguldak’ta, Paşabahçe’de, Gazi Ayaklanması’nda, Sibel Yalçın’ın cenazesini sahiplenmede, Nurtepe ve Okmeydanı’nda barikatlar ardında, hapishane direnişleriyle dayanışma eylemlerinde, evlatlarına sahip çıkan analarla omuz omuza oldular. Hayatın ve kavganın ortasında oldular hep. İşçilerden kamu emekçilerine, gençlikten yoksul gecekondu halkına, hapishanelerdeki devrimci tutsaklardan, ülkemizin dağlarındaki gerillalara, şehirde kırda savaşan halk kurtuluş savaşçılarına kadar hayatın her alanı hayat damarı oldu Grup Yorum için.

Grup Yorum, Grup Ekin ve diğer örgütlü sanatçılar, her şeyden önce devrimci, sonra sanatçı oldular. Her koşulda hiçbir fedakarlıktan kaçınmadan örgütlü mücadeleyi sürdürdüler. Halkın acılarını izleyen, gözlemleyen değil, bizzat halkın içinde yaşayan ve iliklerinde hisseden oldular. Bu nedenle şarkıları, türküleri, marşları hep sıcak, hep tanıdık geldi halka. Sade, yalın ve anlaşılır bir dille, lafı eveleyip gevelemeden, açıkça söylediler. Halkın diliyle konuşmayı ilke edindiler. Disiplinli, titiz ve araştırmacı oldular. Halkın tarihini, isyanlarla örülü geçmişini özenle ele aldılar. Anadolu halklarının kültürel mirası içerisinden hastalıklı ve geri unsurları, öğeleri ayıklama becerisini gösterdiler.

Bütün baskılara, yasaklamalara, gözaltı, işkence ve tutuklamalara, cezalarla yıldırma girişimlerine rağmen inanç ve kararlılıklarından hiç bir şey kaybetmediler. Aksine inanç ve kararlılık, savaşma azmi aşıladılar kitlelere. Sınıf kinini, öfkeyi, hesap sorma ve adalet isteğini perçinlediler. Acıyı, yoksulluğu dramatize ettiler belki ama onlardan kurtuluş yolunu da gösterdiler. Yasaklara rağmen devrimci yaratıcılıkla, gözü peklik ve kararlılıkla, düşmana inat onbinlerle buluştular. Kimi zaman bir grevde direnişte fabrika önünde, kimi zaman bir gecekondu mahallesinde, kimi zaman bir mitingde, yürüyüşte ya da gençliğin bir forumunda boykot eylemlerindeydiler.

Panzerlerin, eli silahlı binlerce polisin gözleri önünde kararlı haykırışlarına devam ettiler hep… “Omuzdan tutun beni / halaya katın beni” dediler, “Günün sancısı var / şafağın çağrısı var / zaferin müjdesi var” dediler, “Cesaret, cesaret daha fazla cesaret / Kurtuluş mutlaka ellerimizde” dediler... Susmadılar hiç.

Grup Yorum ve Grup Ekin’in üretim süreçlerinin bütününde eserlerine devrimci bir bilinç yön vermiş, yaşanılan sürecin özgünlüklerini ve ihtiyaçlarını dikkate alan ürünler çıkarmışlardır ortaya. “sol etiketli” müzik grupları birer mirasyedi olarak devrimci değerleri çarçur eder ve sömürürken, onlar devrimci değerlerin ısrarlı savunucuları olmuşlardır. Sorun, diğerleri gibi salt devrimci yükselişin olduğu dönemlerde üst perdeden konuşma, çalma, söyleme sorunu değildir. En zor koşullarda dahi halka ve devrime kıskançlıkla sahip çıkma sorunudur. Bu da ancak doğru ve devrimci bir ideolojiye sahip olmakla mümkündür.
Grup Yorum, Grup Ekin, Özgürlük Türküsü ve diğer örgütlü sanatçılarımız doğru, devrimci ideolojileri, örgütlü yaşamları ve mücadele pratikleriyle devrimin müziğini yapmaktadırlar.
Sol etiketli gruplar, belki bir dönem devrimci değerlerden güç aldılar. Ama örgütsüz, disiplinsiz, elit halka yabancı ve yozlaşan yaşamlarla bu değerleri sıradanlaştırdılar. Ne kendilerine özgü bir sanat dilleri, nede estetik kaygıları oldu. İşledikleri konuları, kendilerine benzettiler ve topyekun değersizleştiler.
Türküden destana, marştan enstrümantale kadar bir çok değişik formu kullanabilen Grup Yorum, kendisine haz bir tarz yaratmış, kendisinden sonra gelenler için de bu anlamda somut bir örnek olmuştur.

Devrimci sançtılar olarak onlar, haklı ve meşru bir davanın savunucusu olduklarını da açıklıkla ortaya koymuşlardır. Silahlı mücadelenin ve devrimin meşruluğunu savunan ve bunu eserlerine konu yapan Grup Yorum, bir kez daha vurgulanmalıdır ki, devrimin müziğini yapmaktadır. “Cemo” adlı kasetinde; “Alnında yıldızlı bere / elinde mavzeriyle
çıkıp Dersim dağlarında / türkü söylemek var ya…” diyen Grup Yorum, bugün de
“Bilek var vuruşmaya / soluk var harcanmaya / cephe var savaşmaya / zafer yakında” demekte, çok açık bir biçimde Anadolu halklarına kurtuluşun yolunu göstermektedir.
“Ekmekten sevdaya” hayatı ve halkı ilgilendiren her konuyu ele almaktadır Grup Yorum. Ele almakta, çözümlemekte, açıkça hedef göstermektedir. Sözlerinde ağdalı, anlaşılmaz imgeler ya da belirsizlik yoktur. Yakınma, umutsuzluk, karamsarlık, sızlanma ya da bunalım yoktur.
“Hakkın ara sor da gel / çadırları kur da gel / düğün olsun grevler / davullara vur da gel” der ve başka da bir söze gerek bırakmaz Grup Yorum.

İçerikte olduğu gibi biçimde de giderek yetkinleşen ve ustalaşan Grup Yorum, batı enstrümanlarını kullanır, çok sesli düzenlemeler ve koral söyleyişi kullanır, ama tüm eserleri buram buram Anadolu kokmaktadır.

Sol etiketli müzik gruplarının sözde “ çağı yakalamak”, “çağdaş olmak” adına salt biçimde keşfettiği birtakım “yenilikler”, Grup Yorum için “yeni” olmamıştır hiçbir zaman “solculuk” bu da değil üstelik. Halkın sorunlarına, güncel gelişmelere duyarsız olanın çağı yakaladığı iddia edilebilir mi?

Daha bugünden ölümsüz eserler yaratan Grup Yorum ve Grup Ekin’in devrimci yaratıcılığının ve üreticiliğinin sırrı, hayatın ve kurtuluş kavgasının içinde kanlarının son damlasına dek dövüşen ve destansı direnişler yaratarak ölümsüzleşenlerin soyundan; türkü söyler gibi dövüşen, ölürken de “erkekçe” türkü söyleyenlerin soyundan geliyor oluşlarıdır.
Şimdi son sözleri, Şilili ozan Viktor Jara söylesin. Çünkü bu sözler, baçından itibaren söylediklerimizin özü, özeti gibidir.” Sol etiketli” olan, ama özü itibariyle “cellâtların, paranın ve egemenlerin” değirmenine su taşıyanlarla, “yepyeni yarınlar için çarpışan halkın” sesi olanları bu sözler net olarak ifade ediyor:

“Türkü söyleme aşkımdan ya da sesimi dinletmek için değil bunca türkü söylemem. Benim namuslu gitarımın sesi dünyanın yüreğinden çıkar, kutsal su gibi şefkatli, bir güvercin gibi uçar… Benim gitarım okşar öleni ve yiğidi, Violetta Parra’nın dediği gibi o, pırıl pırıl ve bahar kokan bir işçidir! O cellâtların, paranın ve egemenliğin değil, yepyeni yarınlar için çarpışan halkımın gitarıdır… Çünkü her türkü kendi yürek ayışları gücünce anlamlıdır. Ve o türkü, ancak ölürken de erkekçe türkü söyleyenindir: Ben, pohpohlanmak yada turistler içlensin diye değil, bir uzun şerit gibi olan ülkem için söylüyorum, daracık ama sonsuza dek derin…”

2004.10.26

Hiç yorum yok: