30 Ekim 2007 Salı

Kopuzdan Saza İsyan Ezgileri

Kopuzdan Saza İsyan Ezgileri
"Dedem Korkut geldi.
Kopuz çaldı,
gazi erenlerin başına neler geldiğini anlattı.
Hani övdüğümüz bey erenler
dünya benim diyenler
ecel aldı, yel gizledi
ölümlü dünya kime kaldı
gelimli gidimli dünya son ucu ölümlü dünya (1)

Henüz ilkokul çağında iken küçücük kitaplara sığdırılmış Dede Korkut hikayelerinin içine girer, dedelerimizin-ninelerimizin kulaklarımıza fısıldadığı bir masallar diyarına varır, bir yanda Tepegöz misali canavarların, diğer yanda ise bir yumrukta boğaları deviren delikanlıların yaşadığı bir geçmiş zaman yolculuğuna çıkardık. Yolculuk esnasında, destanın anlatıcısı dede korkut, elimizden tutar, bu gizemli dünyada bizleri gezdirirdi. Hikayenin sonuna geldiğimizde ise Dede Korkut iki telli kopuzunu eline alır, boy boyları soy soyları efsaneye son noktayı bilgece koyardı.

Her destanın bitiminde Dede Korkut'un elinden düşmeyen kopuzun geçmişi Türkler'in Şamanist inanca sahip olduğu dönemlere dek uzanıyor. Tarihçiler bu geleneği Orhun Yazıtları'ndan daha geriye, yaklaşık iki bin yıl öncesine dayandırırlar. Kırgız Şamanlarına ait bir efsanede Şamanlara kopuz çalmayı ve türkü söylemeyi öğreten kişi olarak Dede Korkut adının geçmesi de kopuzun geçmişi hakkında bizlere bir fikir verebiliyor.

Şamanların din adamları olan Baksı'lar, düzenledikleri dinsel ayinlerde kötü ruhları kovmak için kargışlar okur, kopuz çalarlardı. İbadet ve ayinlerde Baksı'nın çaldığı kopuz eşliğinde ilahiler söylenir, semahlar dönülürdü. Dede Korkut'un misyonuyla birlikte düşünüldüğünde kopuzun hem dinsel hem de toplumsal bir işlevinin olduğunu bu hikayelerden çıkarabiliyoruz. Kopuz, yurt sevgisini, insana ait ahlak, erdem, doğruluk, yiğitlik gibi duyguları, sevinci, acıyı, yani yaşamı ve ölümü dile getiriyordu. Savaşlarda yiğitlik gösteren delikanlıları toplumu sarsan büyük savaşlar şamanlar tarafından kopuz eşliğinde halka duyuruluyordu.

Bugünkü sazın atası sayılan kopuz, yayla çalınan(okça kopuz) ve mızrapla ya da parmakla çalınan(kolca kopuz) olmak üzere ikiye ayrılıyordu. İki telli ve bir heybeye sığacak kadar kısa olan kopuz Türkmenler'in savaşçılığını, töresini, tarihini anlatır, dinsel ve toplumsal bir simge olarak hem bir heybeye sığacak kadar kısa olan kopuz hem bir ermişlik hem de ululuk simgesi sayılır, kopuza ve şamana kutsallık atfedilirdi.

Asya'dan Anadolu'ya Kopuzdan Saza

Derken bir gün, Türkmen aşiretleri Uzak Asya'dan kalkıp, oba oba, soy soy uzun bir yürüyüşe çıktılar. Omuzlarında heybeleri, sırtlarında yurtları yani çadırları, bir ellerinde kopuz diğerinde kılıçlarıyla Anadolu'ya girdiler. Kopuz sesi tamburaya, curaya karıştı. Türkmen'in göçüyle birlikte Nurhaklar'a, Toroslar'a, Canikler'e, Ilgazlar'a, Bozdağlar'a ulaştı. Her biri Türkmen gelininin el emeği, göz nuru, alın teri olan, bin bir renkle işlenmiş kilimlerle döşenen keçe kılından çadırlar dağ başlarına kuruldu.

O güne dek halkın heybesinden eksik etmediği, hep baş köşeye koyduğu kopuz, Anadolu'ya da damgasını vurmaya, kopuzla birlikte halkın inanışları, kültürü, töresi dört bir yana yayılmaya başladı. Bunda en büyük etken de ellerinde kopuzlarıyla Horasan'dan Anadolu'ya giren tekke ozanları oldu. Ozanlar bir lokma ekmek ve bir hırka ile obalardan köylere, dağ-taş demeden geziyor, ezilen halka tarikatlarının öğretilerini yayıyorlardı. Ellerinde kopuzlarıyla Dede Korkut geleneğini sürdüren bu derviş ozanları, Orta Asya'daki şamanlarıyla bir tutanı ayinleri yöneten ve yönlendiren Baksılar'la özdeşleştiren Türkmen halkı onları can kulağıyla dinliyor, giyiminden-kuşamına, yemesinden-içmesine, derdinden-tasasına kadar kendinden ayrı görmediği bu ozanlara büyük değer veriyor, ozanlar da halkın gözü-kulağı oluyordu.

Kısacası büyük göçle birlikte ne kopuzun ne de ozanın değeri azalmamış. Türkmen halkı kısa zamanda ozanlara ve deyişlerine kutsal bir kimlik kazandırmıştı. Omuzlarından aşağıya dökülen saçları, bellerinde kalın kemerleri, bir elinde pala, diğerinde kopuzlarıyla obaları gezen ozanlar tıpkı Orta Asya'da olduğu gibi gittikleri her yerde obanın ileri gelenlerince karşılanıyor, "Boyumuza konaklamak onurunu bağışlayan yüce ozanlarımızı obamızın şölenine hoş safaları güzel ağazı doyulmaz sadalar getirdiniz. Boyumuz buyruğunuzda, obamız uyruğunuzdadır." Sözleriyle otağa davet ediliyor, çadırlardaki baş postlar onlara ayrılıyordu. Çünkü ozanların bir obaya uğraması, o oba için büyük bir onur kabul ediliyordu. Oba halkı ozanı konuk etmek için birbiriyle yarışıyor, çadırına konuk etmeyi başaranlar bu onuru kuşak kuşak taşıyordu.

Ozan obaya geldikten sonra sohbetler ediliyor. Ozan gezdiği gördüğü yerlerden son haberleri anlatıyor, halkın sorunlarını dinliyor, tartışmalara katılıyordu. Sohbet sonrası ozan kopuzunu eline aldı mı oba halkı onun çevresinde halka oluyor, kopuzun tellerine parmaklarının dokunmasıyla birlikte yediden yetmişe bütün insanlar pür dikkat kesiliyordu. Oba halkı can kulağıyla dinliyordu ozanı. Destan uzasa, geceye sarksa da, çocuklar dahi gözlerini kırpmadan ozanı dinliyordu. Kimi zaman bu destanlar günlerce hatta haftalarca sürebiliyordu. Böylesi zamanlarda oba halkı yiyeceğini, içeceğini destanın anlatıldığı yere getiriyor, ozanlarıyla birlikte yemekler yeniliyor, kımızlar içiliyor ve ardından destanın dinlenmesine devam ediliyordu.

Ozan, obadan ayrılacağı zaman yine sevgi gösterileriyle, çeşitli armağanlar verilerek uğurlanıyordu. Destan sonrası ozanlar fazla durmaz, kopuzunu heybesine koyar ve omuzunda heybesiyle dağlara vururdu kendisini. Ozan ve kopuz birbirinden ayrılmaz iki parçaydı. Kopuz, can yoldaşıydı ozanın. Derdini, öfkesini, umudunu, sevdasını, sazın tellerine yükler, nereye gitse yanında taşır, kopuzuyla yatar, kopuzuyla kalkardı.

Bir heybeye sığacak kadar küçük olan kopuzun boyutları elbette göçebe yaşam tarzının bir sonucuydu. Sulak yerler, gür otlar bulmak için sürekli göçebe bir hayat süren, geçimini akıncılıkla sağlayan bir halkın, kimi zaman atlı, kimi zaman yayan dağ-taş, dere-tepe demeden dolaşan bir ozanın çalgısı, o toplumun ekonomik ve siyasal yaşamından bağımsız olamazdı zaten.

Asya'dan Anadolu'ya göçen kopuz, bu yeni yurtta değişimlere uğramaya başladı. Kopuzdan saza süren değişimin öyküsü göçebelikten yerleşik hayata geçişle paralel gitmeye başladı. Ama bu değişim Türkler'in Anadolu'ya gelmeleriyle birlikte hemen başlamış değildir. Çünkü Türkmenler yüzlerce yıl dağlarda kalmış, zulme inat düze inmeyi reddetmişlerdi. Bu uzun süreç içerisinde kopuz varlığını korumuş, türünün gelişmiş bir örneği olan sazla birlikte Anadolu halkının vazgeçilmez bir çalgısı olmaya devam etmiştir.

İki telli ve heybeye sığacak kadar küçük olan kopuza göre daha büyük ve üç telli olan saz, tekne ve sap olmak üzere iki kısımdan oluşuyordu. Yarım armut biçimindeki tekne, başta kara dut olmak üzere, kestane, gürgen gibi ağaçların içinin oyulmasıyla yarılıyor, teknenin üzerine eşiğin yer aldığı ve genellikle düzgün elyapılı köknar tahtasına yapılan göğüs geçiriliyor, ses sistemine uygun perdelerin konulduğu sap kısmı ise ıhlamur ve ardıç gibi hem elyaf, hem hafif, hem de zamanla eğilip bükülmeyen ağaçlardan yapılıyordu.

"Niyaz ehlindeniz sanma zahit/ meşhur-u cihandır nazımız bizim/ sözümüz mutlaka canana ait/ en elhak çağırır sazımız bizim."

Deyişinde olduğu gibi ozanların şiirlerine de konu olan sazlar, zamanla kopuzla birlikte ve önemi daha da artarak Anadolu kültürünün vazgeçilmez bir çalgısı oldu.

Aşıklar Yollara Düşmüş İse...

Kopuzdan, sazın tellerine uzanan tarih; yiğitliğin, isyanın kendisiyle özdeşleşmişti. Anadolu'da halkın başı ne zaman sıkışsa, zalimler ne zaman kanlı ellerini halkın ekmeğine uzatsa, aşıklar da ellerinde sazlarıyla yollara düşerlerdi. Aşıklar yollara düşmüşse, memlekette zulüm var demekti.

Gerçek aşık bu yolda/ can ile baş koyandır/ sen daha aşık isen/ bakma gel kenareden

Aşıklar yine yollara düşmüştü, Anadolu'nun batı yakasında, Trakya'da, Sıvas'ta, Bolu Dağlarında, Toroslar'da, kısacası dört bir yanda halk yoksulluktan kırılıyor; ağanın, beyin, sultanın zulmü altında inim inim inliyordu. Bozdağlarda, Aşık Satu ve Sait Emre, Sıvas'ta Pir Sultan Abdal, Bolu Dağları'nda Köroğlu, Toroslar'da Dadaloğlı ve isimsiz nice aşık ellerinde sazları, dillerinde sözleri yollara düşmüşlerdi.

Anadolu kaynıyordu. Obalar, köyler, kasabalar ayaktaydı. Dağ başlarında, kasabalarda obalarda aşıklar dolaşmaya başlamıştı. Saz ve kopuz sesleri ağaçların hışırtısına, çiçeğin, böceğin, kurdun-kuşun sesine karışıyor. Türkmen'i, Rum'u, yahudusi, hristiyanı, birleşiyor; obalısı, köylüsü, kasabalısı, dergahta, bargahta, otağlarda ve derbentlerde toplanıyordu. Nefesler koşmalara, ilahiler, türkülere, yiğitlemelere karışıyor, isyana davet eden kutsal sözler kopuzların, sazların dilinden halka ulaşıyordu. "Orağınızı iyi bileyin!" diyordu Aşık Kaygusuz, "Ama ekin biçmek için değil, ürettiğinizi elinizden almaya gelecekleri için. Dirgeninizin ucunu bir sivriltin iyice. Ama başakları harmanlamak için değil, emeğinize göz dikenlerin gözlerini oymak amacıyla."

Anadolu'nun batı yakasında derinden gelen bir fırtınanın ezgisi aşıkların dilindeydi. Kopuzu, sazı, curası, bağlamasıyla aşıklar, gönüllere, bilinçlere aydınlık taşıyordu…

Aşık Emre, üzerinde boz bir derviş abasıyla içeri girdi. Elindeki kopuzu mızrak gibi ayağının üzerine dayanıp, elini göğsüne götürerek bir derviş selamı verdi. Börklüce'den iletilmesi gereken sözleri dinledi.

"Şimdi varıp senin yörendeki yoldaşları uyar. Haftaya bugün Menderes bükündeki kurultaya gelsinler. Kim vuruşacak, kim çalışacak seçeceğiz. Örgütlenip yeni düzenimizin temellerini atacağız bir iyice.
-Hemen varayım dedi Aşık Emre
-Var sağlıcakla dedi Börklüce
Sait Emre sazını kucakladı, heybesini omzuna atıp dışarı çıktı" (2)
Kuryelik yapan aşıklar gece gündüz demeden yol alıyor, istihbarat çıkarılmasında, haberlerin iletilmesinde, isyan muştularının taşınmasında önemli görevler üstleniyorlardı.

Şeyh Satu da, Gölgeli Dağları'nda, Bozdağlar'da "yoruldum" demeden, açlığa susuzluğa aldırmadan omzunda heybesi, heybesinde kopuzu dolaşıp duruyordu. Aşık Satu obalara, köylere, kasabalara Börklüce'nin isyan sözünü iletiyordu.

Son obaya geldiğinde nefes nefeseydi. Etrafına toplanan halk, onun içi gülen gözlerine merakla bakıyordu. Bir an aşığın nefeslenmesini beklediler. Aşık Satu da etrafını şöylece bir süzdü. Börklüce'nin selamını iletti. "Vakit irişti." Diyordu Börklüce. Gayrı davranma zamanıydı.

Aşık ve saz bir kez daha Anadolu halkının isyanıyla özdeşleşiyordu. Orta Asya'dan Anadolu'ya, şaman ayinlerinden kutsal cemlere, yiğitlikten isyana uzanan bir zincirin kopmaz halkaları olmaya devam ediyordu. Anadolu'da zulüm oluyor, aşığın sazında buluyordu yankısını. Obalarda umut büyüyor, aşıklar sevinçli hava çalmaya başlıyordu, vakit irişiyor, aşıklar, omuzlarında sazları yollara düşüyor, haber getirip haber götürüyorlardı. Obalar ayağa kalkıyor, cenge tutuşuyor, aşıklar ellerinde sazları ve kılıçlarıyla er meydanına koşuşuyorlardı. Saz bir silah, telleri isyanın dili, aşıklar ise isyanın sıradan neferleri oluyordu.

"Sivas ellerinde dağların karı erimedi" diyordu bir aşık. Türkmenin toprağı elinden alınmış, aşiretleri dağıtılmış, halk kırıma uğratılmıştı. Halk, zulüm altında inliyordu. Düzen bozuk, il bozuktu.

"Haydar yedi yaşındaydı. Bir gün babası koyunları önüne kattı. Otlatmasını istedi ondan. Haydar, Yıldız Dağı'nın eteklerinde sürüyü otlatırken yoruldu. Başını bir taşa dayadı, uyuyakaldı. Düşünde bir ses duydu. Baktı karşısında ak sakallı bir ihtiyar duruyor. Bir elinde dolu bir elinde elma… ihtiyar doluyu uzattı önce, Haydar'a "al oğlum bunu iç" dedi. Doluyu içti Haydar, damarlarında bir ateş yürüdü sanki. İhtiyar öteki elindeki elmayı uzattı sonra. Elmayı alırken ihtiyarın avucunun içinde yeşil bir ben gördü Haydar. O saat anladı ki, karşısındaki Hünkar Hacı Bektaş-ı Veli'dir. Hemen sarıldı elini öptü. Pir, "Oğlum senin adın bundan böyle Pir Sultan olsun" dedi. "Adın dört bir yana yayılsın sazın üstüne saz, sözünün üstüne söz gelmesin. Al-u evladın hakkını almada Tanrı yardımcın olsun. Adını ben verdim yaşını tanrı versin." Dedi ve gözden kayboldu.

Akşam oldu, gün sabaha açıldı. Haydar eve dönmedi. Ailesi konu-komşu meraklandı. Araya araya buldular onu. Baktılar Yıldız Dağı'nın eteğindeki çimenlikte kendinden geçmiş uyumakta. Güzel yüzü köpüğe kesmiş, anladılar, Haydar'ın Pir elinden dolu içtiğini. Uyandırdılar eline bir saz verdiler. Can gözü açılan Haydar sazı alıp, çalıp söylemeye başladı." (3)

Hakkı seven aşık geçmez mi canından / Korkarım allahtan korkum yok senden / Ferman almış Hızır Paşa Sultandan / Pir Sultan Abdal'ı asayım deyü

Pir Sultan abdal Sivas ellerindeki zulmü gördü, bizzat yaşadı. Sonra tıpkı diğer aşıklar gibi düştü yollara. Vardığı obalarda, köylerde halka sazıyla aydınlık ve bilinç taşımaya başladı.

"Biz söylemekte isek, yoksulun davasıyla, doğrunun nefesini söylemeye çabalarız. Bizden öncekiler nicesini söylemiş biliriz. Bizimki de onlara bir halka ise daha ne isteriz?" diyordu Pir Sultan Abdal.

Pir Sultan'ın sazı-sözü, bozuk düzeni, sarayın zulmünü halka anlatıyor, bu da Osmanlı'yı korkutuyordu. Çünkü sazın tellerinden kopup gelen ezgiler sarayın kulağına yeni bir isyanın ayak sesleri gibi geliyordu. Aşıklar yine yollara düşmüş, köylere, obalara varmış, kutsal cemler kurulmuş, semahlar dönülmeye başlanmıştı.

Her isyanda, karşısında sazı-kopuzu, aşığı-ozanı gören Osmanlı, o dönemde saz çalınmasını yasaklayacak kadar düşmüştü. Kadıların, müftülerin "şeytan işi" deyip, sazı ve saz çalanları sapkınlıkla suçlaması para etmemiş, saz halkın elinden düşmemişti. Çünkü ta Orta Asya'dan Anadolu'ya koca bir tarih ve kültür, sazın kendisinde yaşıyor, yaşatılıyordu. Haklın çektiği acıları, sevinçleri, isyanları, gelenekleri, töresi sazın tellerinde dilleniyordu. "Dilek ozandan, bellek toplumdan" diye boşuna söylememişlerdi. Türkmen'in kültürü ve tarihi saz eşliğinde sözlü gelenekte kuşaktan kuşağa taşınıyordu. Sazı yasaklayan ferman uyarınca evinde, çadırında saz bulunduranlar hapislere atılmaya, cem törenlerinde, toylarda, düğün-derneklerde saz çalanlar kılıçtan geçirilip, ateşlerde yakılmaya başlandı. "Koca" İmparatorluk kopuzlara, sazlara savaş açmıştı.

Sazı için "sefasına da cefasına da dayandım" diyen Pir Sultan Abdal Sivas'ta asılırken, Anadolu'nun bir çok kentinde saz çalanlar katledildi, cem törenleri basılıp insanlar ateşlerde yakıldı.

Telli sazdır bunun adı / ne ayet dinler ne kadı / bunu çalan anlar kendi / şeytan bunun neresinde
Abdest alsan aldın demez / namaz kılsan kıldın demez / müftü gibi haram yemez / şeytan bunun neresinde
Ardıç ağacından kolu / Venedik'ten gelir teli / be allahın sersem kulu / şeytan bunun neresinde?
( Aşık Derdli)

Ama Pir Sultan'ın sazı ellerden hiç düşmedi. Düşenin yerini yeni bir maşık aldı. Fermanlara inat kopuzdan saza dökülen isyan ezgileri Anadolu'yu sarmaya devam etti. Bolu Dağları'nda Köroğlu aldı bu sefer.

Yürün beyler yürün şatlar kuşanın / kılıç çekin düşmanlara döşenin / başın kesin beyler ile paşanın / durman hemen çekin göçleri şimdi

O güne kadar süren savaşçı-ozan kişiliğine Köroğlu önder-ozan kimliğiyle yeni halkalar ekledi. Bolu Beyi'nin zulmüne karşı elinde sazıyla nice yiğitlemeler okudu. Sonra bir elinde sazı, ötekinde kılıcıyla bellerde, yamaçlarda yol kesip tamahkar beylere hörelendi.

Ozanlar, aşıklar diyarı Toroslar, Osmanlı sultanının fermanını duyar da hiç sessiz kalır mıydı? 19. yüzyılın ikinci yarısıydı. Doğdu doğalı Binboğalar, Aladağ, Kozan Boklar, Nurhak ve Nur dağlarında dolaşan, toylara, düğünlere, kurultaylara davet edilen, "Obamız yurdundur. Gel dilediğince, sazını sözünü esirgeme bizden." diye törenlerle karşılanan Dadaloğlu kopuzdan saza, ozandan aşığa uzanan zincirin, ulanıp giden ucuna yeni bir halka oldu. Fermanlar çıkartarak saz çalınmasını yasaklayan Osmanlı bu kez de dağlardaki Türkmen aşiretlerini düze indirmeye çalışıyordu.

Dadaloğlu yine bir obadaydı. Aşiret halkı "Vur Dadaloğlu kardeş. Vur savaş türküleri. Vur sazın tellerine!" dediler, Dadaloğlu da bir elinde sazı, diğerinde pusatıyla hem savaştı hem de,

"belimizde kılıncımız kirmani / taşı deler mızrağımın temreni / hakkımızda devlet vermiş fermanı / ferman padişahın dağlar bizimdir"

diye sazıyla zulme meydan okudu. Dememiz o ki, saz ve söz yüzyıllardır yiğitlik, mertlik işi olarak sürüp gelmiştir. Mert olmayan sazın ve sözün namusuna sadık olamaz. Sonra yirminci yüzyıla gelindi. Hiçbir egemen güç halkın kopuzunu ve sazını yok edememiş, gelenek Dede Korkut'tan, Pir Sultan'lara, Dadaloğlu'na sürmüştü.

Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti de Osmanlı'dan aldığı geleneği sürdürüyordu. Dönemin egemenleri aşıkları küçümsüyor, türkülerin yerini tangolar, balolar, klasik müzik konserleri, sazın yerini de keman, çello, viyolonsel, piyano vb. alıyordu.

Dönemin aşıklarından Aşık Veysel sazıyla Sivas'a inemez olmuştu. Çünkü elindeki sazı gören polis ve jandarmalar hemen sazı almaya, fırınlarda yakmaya başlamışlardı. Sivas'a saz dayandıramayan Aşık Veysel, sonunda sazla şehre inmemeye başladı. Yine sazını kaptırdığı bir gün Sivas caddelerinde Ahmet Kutsi Tecer ile karşılaştı. Şükrü Kaya'nın Dahiliye Vekilliği yaptığı sıralarda Ahmet Kutsi Tecer de Sivas'ta öğretmenlik yapıyordu. Tecer bir gün Veysel'in elinde sazı göremeyince, "Hani sazın?" diye sordu. Aşık Veysel de başından geçenleri bir bir anlattı ona.
Olayları duyan Tecer hemen valiye çıktı.

"Vali bey, bugün polisler Aşık Veysel'in sazını almışlar, fırınlamışlar. Doğru mu bu?" diye sordu. Vali, "Doğru" dedi.

Tecer, "Neden?" diye sorunca "Saz çalmak gericiliktir. Saz gerici bir müzik aletidir. Dahiliye Vekaleti'nden öyle emir aldık." Diye cevap verdi. (4)

Kopuz ile başlayıp saz ile süren sarı tamburanın iki bin yıllık öyküsü işte böyledir. Baksılar'ın, kamların kopuz eşliğinde söylediği ilahilerle başlamıştır bu gelenek. Orta Asya'da kadını-erkeği ile ateş etrafında dönülen semahlar Anadolu'ya, Nurhaklara, Toroslora, Caniklere, Bozdağlara taşınmış, koçaklamalarla kuşak kuşak aktarılmıştır. Kopuzun ve sazın tellerinde yaşatılan şey, Türkmen'in inancı, isyanı, tarihi ve töresidir. Bundan dolayıdır ki, egemenler ne zaman halka zulme kalksalar kopuz ve saz da bundan nasibini fazlasıyla almıştır. Selçuklu egemenleri kadılara, müftülere fetvalar verdirmiş, kopuz ve saz şeytan işi olarak görülmüş, saldırının bir nedeni olmuş, halka saldırılmıştır. Osmanlı sultanları şeyhülislamlarına fermanlar yazdırmış, saz çalanlar ateşlerde yakılmış. Pir Sultanlar darağaçlarına çekilmiştir. Türkiye egemenleri sazı fırınlamakla işe başlamış, Sivas'ta onlarca ozanı, sazını yakarak katliamlarına devam etmektedir. Selçuklu yıkılmış ama sazın tellerinden dökülen isyan ezgileri çağdaş ozanların dilinde söylenmeye devam edecektir. Çünkü kopuz ve saz bir halkın umudunu isyanını simgeliyor. Bu umut ve isyan bugün de ozanlarımızın dilindedir, ozanlarımız bugün de yollara bellere düşmüş, umudun türküsünü söylüyorlar. Çünkü bugün de zulüm var memlekette, çünkü bugün de umut ve isyan türküleri koca bir halk korosunca çalınıp, söylenmeye devam ediyor.


KAYNAKÇA
(1) Dede Korkut
Adnan Binyazar-Sayfa 195
(2) Azap Ortakları
Erol Toy-Cilt III-sayfa 45
(3) Pir Sultan Abdal
Sabahattin Eyüboğlu-Sayfa II
(4) Baldaki tuz
Yaşar Kemal Sayfa-238 "Halk Sanat ve Politika" Adlı Yazı
2004.05.25

Hiç yorum yok: