30 Ekim 2007 Salı

Küçük Burjuva Aydını Değil Proleterya Aydını Olalım!

Küçük Burjuva Aydını Değil Proleterya Aydını Olalım!
Aydın konusu, aydınların, toplumların seyri içinde, oynadıkları olumlu ve olumsuz rolleri dolayısıyla, her zaman güncel bir tartışma konusu olmuştur. Özellikle toplumu derinden etkileyen, bunalım dönemlerinde sergiledikleri tutum ve üstlendikleri fonksiyon gereği burjuvaziye hizmet etmeleri, ona sol'dan destek vermeleri, bu konu üzerinde durmayı daha da gerekli kılıyor. Ülkemizde aydınların tavrı bu genellemenin dışında olmamıştır. 12 Eylül açık faşizmi döneminde -12 Marttaki gibi- bütün olumsuz yanlarıyla ortaya çıktılar ve burjuvazinin devrimcilere saldırısında küçümsenmeyecek roller üstlendiler. Üstelik bu dönemde, salt birey olarak ya da mesleki örgütleri aracılığıyla değil, proletarya saflarında gözüken uzantıları vasıtasıyla da saldırıya geçtiler. Devrimci saflarında görülen gerek örgütsel, gerek "bireysel" düzeydeki dağınıklık, başıbozukluk, davayı inkar, "bireyin keşfedilmesi" gibi yeniden piyasaya sürülen idealist, felsefi yaklaşımlar, cinsel ahlaksızlık teorilerinin devrimcilere maledilmesi, psikolojik tahliller ister istemez, devrimci mücadelenin bu doğrultuda bütün yaklaşım ve eğilimlere karşı olmasını gerektirdi.

Devrimciler aslında deneyimsiz sayılmazlardı. 12 Mart sonrasında da aynı saldırılarla karşılaşmışlardı.

Nüans farklılıkları olsa da bu süreç bugün de devam ediyor. Böylesi bir süreç içinde kısa da olsa aydınlar konusunda bir perspektif getirmek onların sınıfsal niteliğini ve karakterini ortaya koymak, proleter aydının ne olup olmadığını ana hatlarıyla açıklığa kavuşturmak ve 12 Eylül döneminin aydın yapısını tahlil etmek bir zorunluluk olarak önümüzde durmaktadır.

Sınıflı bir toplumun ortaya çıkmasından, kafa ile kol emeği arasındaki ayrımın bir toplumsal ilişki olarak belirmesinden sonra, aydınlar tarihsel misyonlarını oynamaya başladılar. Bu misyon iki düzeyde gerçekleşiyordu: Ekonomik açıdan üretim güçlerinin gelişmesine hizmet ediyorlardı. Yeni buluşların, tekniğin öncüsüydüler. Sınıflar mücadelesinin politik önderleri de aydınlardı.

Kapitalizm öncesi aydınların toplumsal konumu, kapitalizm dönemine göre niteliksel olarak farklıdır. Köleci ve feodal toplumlarda egemen sınıf bizzat devlet olarak örgütlendiğinden aydınlar da bu örgütlülüğün ayrılmaz bir parçası ya da egemen sınıfın bizzat kendisi veya bir bölümüdür. Bu, kapitalizm öncesi toplumların ekonomik ve siyasi yapısından kaynaklanan bir durumdur. Halk, hiçbir hakkı olmayan, ekonomi dışı zor ile sömürülen bir güçtür, sürüdür. Köleler ve serfler hiçbir hakkı olmayan, sadece hizmet etmekle yükümlü olan insan gruplarıdır. Bunların üretim sürecindeki rolleri özel bir eğitime tabi tutulmalarını gerekli kılmaz. Çünkü üretim ilkel ve kaba, üretim araçları ve teknikleri geri ve basittir. Bu toplumlarda köle ve serflerin düşünsel etkinlikleri içinde olmaları, kendilerini kafaca yetiştirip geliştirmeleri olanaklı değildir. Osmanlı toplumunda da durum böyleydi, reaya (sürü) ve devlet, toplumun iki uç tarafıydı.

Kapitalizmin gelişmesiyle, insanların nispeten özgürleşmesi ekonomi-dışı zor yerine ücretli köleliğin gelmesi, burjuvazinin yönetiminde de değişiklikler getirdi. Burjuvazinin yönetiminde bürokrasiyi bir araç olarak kullanması gibi, aydınlar da ayrı bir tabaka olarak ortaya çıkma olanağı buldular. Kapitalist gelişimin ilk aşamalarında, aydınlar henüz bağımsız sayılmazlardı ve bir aristokratın, bir nüfuzlu kişinin koruması altındaydılar. Kapitalizmin gelişmesiyle beraber burjuvazinin üstünlüğü ele geçirmesi, burjuva aydınlarının da özgürleşmesini neden oldu.

Batı toplumlarında aydınlar burjuvazinin ekonomik olarak güçlenmesi oranında ayaklarını bu sınıfa basarak yükseldiler. Burjuva kültürüne katkıları, bu yüzden köklü, yaratıcı oldu.

Osmanlı toplumunda bu açıdan durum farklıydı. Kapitalist sömürgecilik, ülkede uç vermeye başlayan ya da ön koşulları oluşan, kapitalist dinamiği yıkıp kavurdu. Burjuva sınıfı gelişemedi, serpilemedi. Cılız ve toplumda öncü rol oynayamayacak bir durumda kaldı. Ama Osmanlı Devletini çağa uydurmak, yaşatabilmek için Mahmut'tan itibaren yapılan reformlar devlet içinden burjuva aydınlarının yetişmesini sağladı. Özellikle, siyasal, sanatsal ve askeri alanlarda, aydınlar güçlenmeye ve ülke kaderinde rol oynamaya başladılar.

Batı Avrupa ve Osmanlı'da gelişim farklı da olsa ortak olan özellik kapitalizm öncesi toplumlardan farklı olarak, aydınların, burjuvazinin bir parçası veya onun hizmetinde olmasına karşın, ayrı bir aydın tabaka olarak ortaya çıkmasıdır.

AYDINLARIN SINIFSAL NİTELİĞİ
Aydınların sınıfsal temeli ve niteliği, küçük burjuva aydınlar tarafından karmaşıklaştırılmıştır. Aslında Platon'dan beri aydılar, "aydın"ı hep toplum dışında veya
üstünde bir yere oturtmaya çalışmışlardır. Bu, aydının genel toplumsal seviyenin bir ölçüde ilerisinde olmasından kaynaklanıyor.Aydınlar, toplumun yönetici gücü, aydınlatıcı gücü olarak kendilerini toplumun üstünde, sınıflardan bağımsız bir tabaka görmüşlerdir. Özellikle burjuvazinin gericileştiği dönemlerde burjuva aydınları, halka tepeden bakmaya başlamış, halkı değersiz görmüş, aşağılamış ve aydınlara özel bir konum yüklemişlerdir.

Küçük burjuvazi ara sınıf olmasından dolayı, temel sınıflar arasındaki çatışmaları bir yandan uzlaştırmaya çalışırken, diğer yandan da "sınıflar üstü" bir konuma yükselme çabasındadır. Bu mantığın aydınlara yansıması da farklı değildir. Küçük burjuva aydınlarına göre, aydınlar, belli sınıflara bağlı, sınıfsal olarak bölünmüş değil, bu temel sınıflara karşın -bu sınıflardan gelmesine, onlardan etkilenmesine karşın- özel bir kategoridir. Bu kategori bir anlamda sınıflardan bağımsızdır.

Bugün aydınları Karl Maanheim gibi "sınıflar üstü" gören ve açıkça söyleyen kimse az bulunur. Ama değişik biçimlerde olsa da bu bakış açısı varlığını sürdürüyor. (1)

Özel bir kategori olan küçük burjuva aydınları, bağlı oldukları sınıf gibi, istikrarlı bir yap arz etmezler. Burjuvazi ile proletarya arasında yalpalayıp dururlar. Devrimci mücadelenin durumuna göre, proletaryadan uzaklaşırlar. Genel olarak aydınları bu kaypak durumlarından dolayı üç ana grupta incelemek olasıdır. Aydınların (2) burjuvaziye yakın olan ve onunla bütünleşme eğilimi gösteren kesimi sağ gerici aydınlardır. Aydınların ikinci kesimi, proletarya ve burjuvazi arasında yalpalamalarına rağmen, demokrat bir tutum ortaya koyabilen kesimdir. Bunlar, kendilerini "demokratik sosyalist", "sosyal demokrat" vb. olarak tanıtırlar. Aydınların üçüncü kesimi mücadelenin içinde, örgütlülüğün, kollektif iradenin bir parçası olan proletarya aydınlarıdır.

TÜRKİYE'DE AYDIN SORUNU
Ülkemizde bunalımın derinleştiği, özellikle devrimci hareketin yenilgi ve yarı-yenilgiye uğradığı veya ağır darbeler yediği yıllarda, aydın sorununun gündeme gelmesi ilginçtir. Aslında aynı ilginçliği yalnız bu iki dönem (12 Mart ve 12 Eylül sonrası) değil, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Türkiye tarihi boyunca görebiliriz. Zaten bugünün aydın tartışmalarını kavrayabilmek açısından, Türkiye tarihinde aydın sorununa göz atmak zorunludur.

Herkesin kabul ettiği gibi Türkiye'de aydınların en temel özelliği, taklitçi -batı taklitçisi- olmalarıdır. İşte bu noktadan hareket edilerek, aydınlar yerden yere vurulur, eleştirilir, kendine özgü bir aydın tipinin niye oluşmadığından dem vurulup durulur. Sorunu maddi temelleriyle birlikte ortaya koymadan, sadece sonuçlardan kalkarak değerlendirmek kaba bir yöntemdir.

Türkiye tarihinde aydınlarımızın hep taklitçi olduğu, halktan kopuk olduğu doğrudur. Bu nedenle görevlerini yerine getirememişlerdir. Ama aydınların tarihsel bir misyon yüklenmeleri, halk hareketinin yönlendirmeleri olanaklı mıydı? Bu sorunun yanıtı ülkenin tarihsel, sosyal koşullarından bağımsız olarak ele alınamaz. Burjuvazinin aşağıdan yukarıya, halk hareketine önderlik ettiği ülkelerde, aydınlar da üzerine düşeni yapmışlardır. Ama tersi durumlarda yani burjuvazinin feodal sınıfla uzlaştığı ülkelerde, aydınlar da bu duruma uyum sağlamıştır.

Türkiye'de kapitaliz, emperyalizmin müdahalesi sonucu kendi iç dinamiğiyle gelişme olanağı bulamadı. Sınıf olarak burjuvazi feodalizmle kozunu paylaşacak bir tarihsel misyonda sahneye çıkmadı. Ama küçük burjuva aydınlar, burjuvazinin öncülük edemediği burjuva-demokrat devrime öncülük ettiler. Tanzimat aydınları, bütün taklitçiliklerine, sarayla uzlaşmalarına karşın, burjuvazinin çıkarlarını savundular. Zaten Osmanlı'da aydın hareketi, milliyetçi temelde ortaya çıkmadı. Var olan aydınlar Batı'nın işbirlikçisi, onlarla iç içe geçmiş ve esas olarak onların çıkarlarının sözcüsü durumundaydı. Daha sonra gelişen burjuva kurumları içinde yetişen küçük burjuva aydınları, İttihat ve Terakki Cemiyeti çatısı altında mücadeleyi bağımsız sayılabilecek bir örgütlenmeye kavuşturdular. Ama bu hareket, halk hareketine önderlik yapan bir örgüt seviyesine ulaşamadı. İttihat ve Terakki küçük burjuva aydın kesimlerini harekete geçirebilmesine karşın, kendi kabuğunda yaşayan geleneksel küçük mülk sahibi köylülere ve ırgatlara ulaşamadı. İttihat ve Terakki bir aydın hareketi (özellikle subaylara dayanan) karakteriyle tarih sahnesine çıktı. Ve güncel deyimle "cuntacılık" geleneği başlattı.

Demek ki Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşuna dek orta sınıf aydınlarının oynadığı tarihsel misyonu görmezlikten gelemeyiz. Diyebiliriz ki; burjuva demokratik hareket, bir küçük burjuva aydın hareketi olarak tarih sahnesine çıktı ve öyle devam etti.

Kurtuluş Savaşı'nın önderliğini küçük burjuva aydınları (sivil ve asker) yaptı. Onlar da "bağımsızlık" şiarıyla ortaya çıkmalarına karşın batı taklitçiliğinden kurtulamadılar. Birçok girişim batının alt düzeyde, çarpık bir biçimlenişi olarak gündeme getirildi. Milliyetçilik batağına saplanarak şovenizm geliştirildi. Milli burjuva geliştirme programlarıyla halk kitleleri ezildi, sömürüldü. Hakla kaynaşmayan, onun çıkarlarını yansıtmayan girişimler giderek aydınlar ile halk arasındaki çelişkileri derinleştirdi. Ve halk-aydın yabancılığı derinleşerek devam etti.

Konuyu daha fazla uzatmaya gerek yok. Türk aydınlarının, "evrensel"e ulaşamamasında, bu tarihsel nedenlerin payını görmezsek bir şey açıklamış olmayız.

İşte bu nedenledir ki, küçük burjuva aydınlar, daha çok kaypak, daha çok arayış içinde, daha çok kararsızdır. "Ödlek" oluşunun temelinde, kendi sınıfsal karakterlerinin yanında tarihsel geçmişinin de payı var. Ve işin ilginç yanı proleter aydınların tarih sahnesine çıkmasıyla birlikte, küçük burjuva aydınlar geçmişin -"cuntacı" da olsa- geleneğini yavaş yavaş yitirdiler. Bunun en büyük nedeni, bir sınıf hareketine dayanmayan aydınların, başlangıçta gücünü ordudan almaları oranında ilerici bir aktivite göstermelerine karşın daha sonra bu dayanağın tekelci burjuvazi ve emperyalizm tarafından ayaklarının altından çekilip alınmasıdır. Bundan dolayı pasif bir duruma (sosyal demokrat diyorlar buna) düştüler.

12 Mart öncesi ve sonrası, küçük burjuva aydınları için iki ayrı dünya gibidir. 1960 sonrası büyük hayaller peşinde yeni bir cuntayı örgütleyen asker-sivil aydınlar, bu hayallerinin gerçekleşmemesi karşısında tam bir dönüş yaptılar. Her yenilgi sonrası olduğu gibi 12 Mart sonrası da, küçük burjuva aydınlarından sol saflardaki aydınlara kadar uzanan bir yelpaze içinde büyük çoğunluğu tam bir karamsarlık içine girdiler. Sanatçı aydınlar, kendi yapıtlarıyla başlarına bu "belaları" getiren devrimcilere saldırırken yazarlar-köşe yazarları da onlardan aşağı kalmadılar. Giderek CHP'ye -tekelci burjuvazinin reformist partisine- daha sıkı sarıldılar. 70 öncesinin "ihtilalci" çalımları artık atılmaz olmuştur.

Elbette aydınların tümü aynı tavrı göstermez. Kimi hiçbir şeye karışmaz, kimi burjuvazinin bilinçli yardakçılığını ve devrimci düşmanlığını yapar, kimi de çizgisini sürdürmeye çalışır. Aydınlar içinde gerçekten tutarlı-demokrat çizgisini devam ettirenler olmuştur ama genel eğilim, aydınların, tekelci burjuvazi saflarına geçmeleri, CHP kuyrukçuluğu yapmaları ve devrimcilere saldırmalarıdır. İşte asıl üzerinde durulması gereken nokta, aydınların Türkiye gibi yeni sömürge bir ülkedeki devrim düşmanlığıdır.

Nedir bu düşmanlık?

Emperyalist bir ülkede aydınların (genel olarak küçük burjuvazinin) proletarya düşmanlığı yadsınmaz bir gerçektir. Onlar büyük bir hırsla kendi burjuva demokrasilerine sarılırlar ve onu hem faşizmden hem de proletarya diktatörlüğünden korumaya çalışırlar.

Türkiye'de ise durum farklıdır. Daha doğrusu özde farklı olan bir şey yoktur. Ancak tarihsel görev ve durum açısından küçük burjuvaziye farklı bir misyon yüklenir. Batıda küçük burjuvazi demokrasinin savunucusu olan sınıflardan biriyken, yeni sömürge ülkelerde demokrasinin kurulması mücadelesini veren radikal -yer yer ihtilalci- bir sınıf durumuna gelebilir. Emperyalizme ve işbirlikçi tekelci sermayeye karşı demokrasi mücadelesinin temel saflarından biridir küçük burjuvazi. Ama gel gör ki, Türkiye'de bir zamanlar ordu desteği ile "demokrasi", "bağımsızlık" mücadelesinin bayraktarlığını yapan aydınlar, içinde bulunduğumuz tarihsel dönemde, bunların sadece lafını ediyor ve kendi özgücüne güvensizliğin bir sonucu olarak başta emperyalist güçlere tekelci burjuvaziye yardakçılık ederek batı tipi demokrasinin kurulacağını sanıyorlar. (Ali Sirmen, Uğur Mumcu gibilerinin "istikrar" arayışları buna en somut örnektir.) Bu açıdan aydınların, kaypak da olsa devrimci geleneğinden ve halktan daha da koptuğunu söyleyebiliriz. Bu gerçeğin altında yatan neden, aydınların genel olarak halka tepeden bakan, istikrarsız, kendini beğenmiş karakterinin yanında, tarihsel olarak, orduya bel bağlama geleneğidir.

İşte bundan dolayıdır ki; aydınların bir bölümü emperyalizme ve faşizme, oligarşiye karşı haklı bir mücadele veren devrimcilere "terörist" derken (3) tekelci burjuvaziyle kol kola, anti-faşist güçlere küfrederken, karşı-devrim değirmenine su taşırken durup da bir nebze düşünmemiştir. Ülkemizde istisna da olsa bu çizgi dışında kalan aydınlar yok değildir.

12 Eylül döneminde, aydınların tavrına geçmeden önce, Türkiye'de aydının kafa yapısını ortaya koyan bazı görüşlere değinmek yararlı olacaktır.

KÜÇÜK BURJUVA AYDININ KAFA YAPISI

Ülkemizde, küçük burjuva aydının kafa yapısını verebilmek için "Gösteri 67"deki bir "aydın"ımızın yazısını aktaracağız.

İşte bu yazıdan uzun bir bölüm:

"Siyasal oluşum ve yapı, aydının kafa yapısını hep etkilemiştir. Bu yüzden kültürel ve bilimsel "katkılar" çifte standartlara göre yapılmıştır. Çifte standartlı bir "bilim adamı" ve artık denilebilirse eğer, "aydın" çıkmıştır bu verimli ortamdan. E. Kongar çok güzel açıklamış: "Aydın, evrensel olarak her şeyi sorgular. Türkiye'de ise her şeyi sorgulamak aydın olmak değil ancak "hain" olmakla olanaklıdır. Örneğin; İslamı sorgularsanız müslümanlara göre hainsinizdir. Komünizmi sorgularsanız,Marksistlere göre hainsinizdir. Dolayısıyla ülkemizde hain olmak istemiyorsanız evrensel ölçülere göre aydın olmaktan vazgeçmeniz gerekir. O zaman geriye ne kaldı? ‘Yerli malı aydın' olmak... işte bu nedenle Türkiye'de evrensel anlamda aydın olmak güçleşmiştir. Bu bakış açısı genel olarak küçük burjuva aydınlarının karakterini ortaya koyuyor. Bu karakter, birbirini bütünleyen iki noktada ortaya çıkıyor. Birincisi, aydın "her şeyi sorgulama" özgürlüğüne sahip olmalıdır. İkincisi, aydın "hain "olmamak için tarafsız olmalıdır. (Yani çifte standartlı olmalıdır. Faşizmi sorguladığı gibi komünizmi de sorgulamalıdır.)

Aydının bireyci özgürlüğünün vardığı yer burasıdır. "Hain" olmamak için her iki tarafa da hoş görünen bir düşünce yöntemi ile çalışmak ve yazmak, Türkiye aydınının değişmez kaderi olmuştur. Oysa taraflı olmayan, hain olmayı -tabi burjuvazi tarafından- göze alamayan bir aydının tutarlı bir demokrat olması bile olası değildir. Türkiye aydını "ödlek" özelliğini, işte bu kaypak ve "sınıflar üstü" karakterinden alır.

Bu durum, yeni sömürge ve faşizmle yönetilen bir ülkede aydınları hoş görmemize bir gerekçe değildir, olamaz. Tutarlı, demokrat olmak, emperyalizm ve faşizm karşısında taraf olmayı, "hain" olmayı göze almayı gerektirir. İşte bu kafa yapısından dolayıdır ki Türkiye aydını, gerek 12 Mart'ta gerekse 12 Eylül'de tutarlı demokrat tavrı -aydın olmanın getirdiği tavrı- ortaya koyamamış, tersine tekelci burjuvazinin dümen suyuna gitmiştir.

Küçük burjuva aydınları Türkiye'de neden evrensel nitelikli aydın olmadığını sorgularken, işte bu gerçeği bilmek zorundadırlar. Dünyanın neresinde taraf olmayan, "hain" olmayı göze alamayan evrensel bir aydın vardır?

Fakat bu iki nokta, gerçekten küçük burjuva aydınının "evrensel" özelliğidir. Ve bu aydınlar yukarıda vurgulamaya çalıştığımız tutarlı tavrı ancak geçici olarak, belirli tarihsel dönemlerde alabilirler. Kalıcı olan özellikleri ise, alıntıda belirtildiği gibi, "hain" olmamak için suya sabuna dokunmama, ne şiş yansın ne kebap felsefesiyle hareket etme ve her şeyi "sorgulama" özgürlüğüne sahip olma özellikleridir. Genelde "aydınlar" bu özellikleriyle tanınırlar. Onlar bireysel özgürlüğü, her şeyi sorgulama özgürlüğünün, kendine özgü ve farklı bir konum elde etme özgürlüğünün şampiyonlarıdır. Türkiye'de bu "özgürlük" arayışları, bu özgürlükler gerçekten varolmadığı için, daha iğrenç bir durum -eğer o özgürlük uğruna mücadele verilmiyorsa- ortaya çıkarır. Çünkü burjuva anlamda bile özgürlüğün olmadığı bir ortamda, böylesi "özgürlüklerin" tadını çıkarmak, tekelci burjuvaziye yardakçılık etmekle, yozlaşmak ve iğrençleşmekle mümkündür. Bedeli ödenmeyen bir özgürlük altında yaşayabilmek, ancak çanak yalamakla gerçekleşebilir. Türkiye aydınının kaderi de namuslu demokrat aydınların dışında ne yazık ki budur.

Bu küçük burjuva aydınının sola da yansıyan altmış yıllık statükoculuk geleneği, doğmacılık, taklitçilik, döneklik, yeni tanrı arayışları, terörizm edebiyatı ve sınıf mücadelesinin yükselmesine karşı çıkma hep bu karakterin sonucudur.

12 Eylül dönemi, bu zavallı "yazgı"yı en çıplak şekilde ortaya çıkarması açısından ilginçtir.

12 EYLÜL KÜÇÜK BURJUVA AYDINLAR

Devrimci hareketin yenilgiye, yarı-yenilgiye uğradığı yıllarda genellikle aydınların gerçek yüzleri bütün çıplaklığıyla ortaya çıkar. Çünkü bağımsız tavrı olmayan, öz gücüne güvenmeyen küçük burjuvazi ve aydınları, devrimci safların yenilgiye uğramasıyla sığınacakları yeni limanlar aramaya başlarlar. Aydınları, sağ kesimleri tekelci burjuvazinin dümen suyuna giderken, orta kesimi "bana dokunmayan yılan bin yaşasın" düşüncesiyle örümcek gibi köşesine çekilip beklemeye başlar. Genellikle azınlıkta kalan namuslu aydınlar ise güçleri oranında devrimci hareketin yanında yer almaya çalışırlar.

12 Eylül dönemi, bu tablonun doğruluğunu bir kere daha kanıtladı. Daha önce "marksist", "devrimci" geçinen kimi aydınlar birden bire yeni Amerikalar keşfetmeye başladılar. Bir yandan devrimcilere burjuvaziden daha ağır küfürler yağdırıp "terörizm" yaygaralarına katıldılar, diğer yandan da burjuvazinin ve emperyalizmin ekonomi politikalarının ve siyasetinin ne kadar doğru olduğunu yazmaya başlayıp, devrimci cepheye olan saldırılarını daha dizginsiz bir hale getirdiler. Tanrıyı keşfedenlerden tutun da, Anavatan Partisinin liberalliğine Demirel'in demokratlığını ispata kalkışanlara kadar bir yığın aydın! (4)

Çoğu aydının tavrı ise daha değişik olmuştur. Bunlar, tam bir aydın tavrı sergilemişlerdir. Yani küçük burjuva zihniyetini, kaypak, kararsız, korkak özelliklerini sergileyen tavır... Kendilerine dokunmadığı için 12 Eylül faşist cuntası karşısında susan, ama cuntaya olan diyet borçlarını yalnız susmayla değil, devrimcilere saldırarak, kendi kafalarına sansür uygulayarak ödeyen bu aydınlarımız, Aziz Nesin'in gerçek deyimiyle "ödlek"lik yapmışlardır. Kendilerinin göklere çıkardığı batı tipi demokrasinin, cunta karşısında el pençe divan durarak geleceğini sanan bu kesimler, sessiz olmazsa daha kötü olacağına öylesine inanmışlardır ki bugün siyasi koşulların çok az da olsa yumuşaması durumunda bile, siyasi tansiyonun en ufak bir yükselişinde "aman dikkatli olalım" diyerek ortalığı yumuşatmaya çalışırlar. Bu kafa yapısına sahip aydınlarımız siyasi planda SHP kuyrukçuluğu (zaten her zaman bir harekete takılmadan duramazlar) yapmaktan da geri durmazlar.

Bu tip aydınlara en iyi örnek, gazeteci yazar Uğur Mumcu'dur. Küçük burjuvazinin uzlaşmacı karakterini iliklerine kadar taşıyan Mumcu faşistlere olduğu kadar devrimcilere de karşıdır. Ama batı tipi demokrasinin hoşgörüsünü de üzerinde taşıyan Mumcu aynı mantıkla faşistlere de, devrimcilere de "özgürlük" vermeyi -ya da düzeni yıkmaya kalkışmamak şartıyla- bağışlamayı da ihmal etmez. Faşizme karşı kanlarını akıtan, yalnız proletaryanın değil tüm halkın kurtuluşu için (aydınlar için de) savaşan devrimcilerin, acımasızca katledildiği, cezaevlerinde işkence altında tutulduğu günlerde U. Mumcu, O. Apaydın gibi küçük burjuva aydınlarının devrimcilerin "terörist" ve de "adi tutuklu" olduğunu kanıtlamaya çalışan yazıları unutulamaz. Cuntaya böylece borcunu ödeyen Mumcu, köşesinde yazı yazma olanağını yitirmemiştir. Kısacası sağa da sola da karşı olan, herkes için idamların kaldırılmasını isteyen, böylece de "çifte standartlı" aydın olmaktan kurtulacağını sanan U. Mumcu gibileri, ne yazık ki, hain olmaktan kurtulamamıştır. Hem de iki düşman kamp (burjuvazi-proletarya) tarafından, yani ( ne yardan, ne serden) vazgeçmeyen Mumcu gibileri aslında yardan da serden de olmuşlardır.

Aydınların azınlıkta da olsa bir kısmı, faşizme karşı tutarlı demokrat tavrını sürdürmüş, devrimcilere çamur atmamış, tersine onları kısmen de olsa savunmuştur. Devrimci harekete "yakın" olan bu tip namuslu aydınlar çok az da olsa vardır.

Özetlemeye çalışırsak; sınıf karakterleri ve tarihsel özellikleri nedeniyle, 12 Eylül döneminde, üzerlerine düşen "demokrat" görevini yerine getiremeyen aydın ve örgütleri, dolaylı olarak devrimcilere saldırıları onaylamışlardır. Hatta kimileri de açıkça onay vermiştir. Varlıklarını sürdürebilmek için de kendi üsluplarıyla devrimcilere çamur atmaktan geri durmamışlardır. Gerek gazete köşelerinde, gerek roman ve şiirlerde, gerekse de mesleki görev çevrelerinde devrimcilere sırtlarını dönmüşler ve günahlar ortak olmuşlardır.

Küçük burjuva aydınları esas olarak devrimcilerin burjuvazi tarafından tutsak edilmesine, işkence görmesine, idam edilmesine karşı değildir. Kaygıları kendi bireysel özgürlüklerini savunmaktır. (5)

Aydınların en çirkef kesimleri ise, açıkça tekelci burjuvazinin saflarına geçip onun borazanlığını yapan ve cepheden devrimcilere saldırıya geçenlerdir. Onları burjuva ideolojisini savunmaya iten statükonun yeniden bozulma korkusu, popülizm endişeleri vb. nedenlerdir.

PROLETARYA AYDINLARI

Küçük burjuva aydınları, proletarya aydınlarını genellikle ya aydın saymazlar ya da resmi ideoloji doğrultusunda "terörist" olarak görürler. Kuşkusuz bu bakış açısı yanlıştır. Proletarya aydınları öz olarak, küçük burjuva aydınlarından faklıdır. Ve onların hiçbir özelliğini taşımazlar.

Küçük burjuva aydınları, aydın olarak küçük burjuva sınıf içinde ayrı bir tabakadır.v bu tabaka da kendi içinde paramparçadır. Çünkü, küçük burjuvazi temel bir sınıf karakteri göstermez. Genellikle birey ya da grup temelinde bölünmüştür. Bu, küçük burjuva özel mülkiyetin dağınık, bireysel, bölük-pörçük olmasından kaynaklanır. Proletarya kollektif bir temel sınıf karakteri gösterir. Birey olarak değil, sınıf olarak vardır. Bu da proletaryanın ancak kollektif bir mülkiyet temelinde varolacağı anlamını taşır. Bu durumu dönek olmadan önce Kautsky şöyle açıklıyor. Kautsky'den Lenin'in yaptığı alıntıyı aktaralım:

"Tecrit edilmiş bir kişi olarak proleter hiçbir şeydir. Onun bütün gücü, bütün gelişmesi, bütün umutları ve bekleyişi örgütten arkadaşlarıyla yürüttüğü sistematik hareketten ileri gelir.

Aydına gelince... O bileğinin gücüyle değil, kafasıyla savaşır. Onun silahları kişisel bilgisi, kişisel yetenekleri, kişisel inançlarıdır. Herhangi bir mevkiye sadece kişisel niteliği ile erişebilir. Bu yüzden en bağımsız, en özgür hareket ona başarılı faaliyet için başlıca şart olarak görünür. Bağlı olduğu bütüne güçlükle baş eğmesi eğiliminden değil, bunun zorunlu oluşundandır. Disiplin ihtiyacını seçkin kafalar için değil, sadece kitleler için kabul eder ve şüphesiz kendini seçkin kafalar arasında sayar.

Nietsche'nin kendi kişiliğini tamamlamayı her şey sayan ve bu kişiliğin herhangi bir sosyal amaca bağlılığını aşağılık, adice bir şey olarak görünen üstün insan felsefesi gerçek bir aydın felsefesidir. Ve bu felsefe o aydının proletaryanın sınıf mücadelesine katılmasını tamamen imkansız hale getirir.

Sosyalist hareketin ihtiyaç duyduğu aydın, örnek proletarya duygularıyla dolup taşan ve parlak bir yazar olmasına rağmen kendine özgü aydın niteliklerini bir yana bırakan, örgüt mensupları ile mümayişe katılan, görevlendirildiği işi yerine getiren, kendini büyük amacımıza bütün kalbiyle bağlayan ve kişiliği üzerindeki baskıya gözyaşı dökmeyi hakir gören Leibknecht'tir. Aynı şekilde kendisini hiçbir zaman ön safta olmak için zorlamayan ve sık sık enternasyonaldeki parti disiplinliği örnek alınacak olan Marks'ı örnek gösterebiliriz." (Bir adım ileri, iki adım geri-Kautsky'den aktaran Lenin)

Küçük burjuva aydınlarıyla proletarya aydınları arasında temel farkları böylesine güzel anlattığı için uzun da olsa aktarmakta yarar gördük. Bu farkları madde madde sıralayacak olursak; küçük burjuva aydınları;

Herhangi bir mevkiye kişisel niteliği ile erişebilir.
Bütüne zorunlu kaldığından boyun eğer.
Disiplini kendisi için değil, kitleler için ister.
Kendi kişiliği her şeydir.
Herhangi bir sosyal amaca veya örgüte, disipline bağlılık onun için aşağılık bir şeydir.
Proleter hareketle uyuşmaz.
Kaypaktır, uzlaşmacıdır, dönektir.
Kitleleri tanımaz ve esasta halkı horlar.
Proleter aydını ise, küçük burjuva aydının tam tersidir;
Kendine özgü aydın davranışını bir yana bırakır.
Örgüt disiplinine tabi olur.
Proletaryanın bütün faaliyetlerine gönüllü olarak katılır.
Kişiliği üzerindeki baskıya gözyaşı dökmez.
Bireyci değildir, kendini ön safta göstermek ihtiyacı duymaz.
Kitlelerle kaynaşabilme, onların çıkarlarını savunma durumundadır.

Görüldüğü gibi, proleter aydının küçük burjuva aydınla hiçbir benzerliği yoktur. Gerçi proleter aydınları, genellikle küçük-orta burjuva kökenlidir, ama bunun nedeni proletarya sınıfının kendisinin aydın üretecek maddi koşullardan yoksun oluşudur. Proletaryaya bilinç ancak dışarıdan iletilebilir. Bu da aydınların işidir. Bir küçük burjuva aydın, proleter aydın olduktan sonra, küçük burjuva niteliğini tamamen yadsır. Yepyeni bir karaktere -proleter karaktere- sahip olur.

Proleter aydının, proletarya ile hiçbir çelişkisi yoktur. Proletarya aydını, proletaryanın öncü gücüdür. Ve onun ayrılmaz bir parçası, uzantısıdır. Proletarya aydını, kendine proletaryaya bir "birey" olarak değil, bir örgüt içinde, onun bütün çalışmaların katılarak bağlıdır. Hiçbir bireysel kaygısı, bireysel özgürlük arayışı yoktur. Halbuki, küçük burjuva aydını, bırakalım proletarya ile olan çelişkisini, mensup olduğu sınıfla bile çelişki içindedir. Onunla bütün içinde birlikte değil, onun parçalarından birisidir. Küçük burjuva sınıf olarak, aydını bir özel tabaka olarak yaratır, onu "özel ve farklı" tabaka konumunda yaşatır. Oysa proletarya, aydını özel ve farklı bir konuma getirmez. Tersine proletarya, kendisini sınıf olarak ortadan kaldırabileceği gibi kendi dayanaklarını da -kendisi bir sınıf olarak aydın konumuna yükselerek- ortadan kaldırır. Proletaryanın kendi aydınlarıyla bir çelişkisi yoktur, olamaz da. (6)

12 EYLÜL DÖNEMİ VE PROLETARYA AYDINLARI

Bilindiği gibi, proleter devrimci saflardan, küçük burjuva demokratları (tabii ki sosyalist maskeli) hiç eksik olmamıştır. Devrimci mücadelenin yükseldiği aşamalarda şu veya bu şekilde devrimci mücadele içinde görülen demokratlarımız, yenilgi dönemlerinde paniğe kapılırlar ve aslına dönmeye başlarlar. 12 Eylül dönemi de benzerleri gibi oldu.

12 Eylül'ün ağır koşullarında, gerek kendilerine M-L diyen demokrat-devrimci örgüt saflarında, gerekse de örgütsüz küçük burjuva "aydınlarımızın" bilinen özgüvensizliği, kararsızlığı bireysel özgürlükçülüğü boy vermeye başladı.

Burada, diğer örgütlerin, nasıl bir aydın tavrı (tabii küçük burjuva aydın tavrı) sergilediklerini uzun boylu anlatacak değiliz. Bu ayrı bir konudur. Ve şimdiye kadar bolca yazıldı. Ama kısaca da olsa, bunlara başlık düzeyinde değinelim.

Aydın tavrının en tipik özelliği, güçlü rüzgara boyun eğmektir. 12 Eylül'ün ağır koşulları başlar başlamaz bu aydın hareketleri hemen boyun eğme özelliklerini göstermeye başladılar. Yurt dışına kaçışlar aldı başını yürüdü. Bunun adı geri çekilmeydi. Ve hızla bin bir çeşidi içinde bunun teorileri yapılmaya başlandı. (Bu konuda ülkemiz devrimci saflarındaki küçük burjuva aydınlarının yeteneğine ve zenginliğine hayran olmamak elde değil!)

Şüphesiz, devrimci hareketin teorisi ve pratiğinde "geri çekilme" vardır. Esnek olmayan değnek ne kadar sağlam olursa olsun, sert bir vuruş esnasında kırılır. Ama "geri çekilmeden" geri çekilmeye fark var. Tekrar mücadeleyi yükseltmek üzere ve kaçmadan, paniğe kapılmadan bir geri çekilme ile tersi bir "geri çekilme" arasında sözcük benzerliği dışında bir benzerlik olamaz. İşte bizim demokrat aydınlarımızın da geri çekilmeleri ikinci türdendi. Ve bunda ne kadar "aydın" ve "akıllı" olduklarını kanıtladılar. Bir kılıç darbesiyle işi bitirmek için, tamamen yok oluşlarının önüne geçmek için bunlar, keskin naralarla ülkeye geri döndüler. Ama manzara hiç de düşlerindeki gibi değildi. Faşizmin darbesiyle yakayı sıyıramayınca keskin naralar kenara bırakılarak yeni sosyalizm arayışları başladı. Bazıları ise ülkeye dönüşü hiç düşünmeden güvenli Avrupa şehirlerinde yeni arayışlarını sürdürmeye devam ettiler.

Bu da yetmedi, yenilgi dönemleri ideolojik araştırma dönemiydi de. Ve bunun gerekleri hızla yerine getirilmeye başlandı. Bilinen "yeni" teoriler piyasaya sürülmeye başlandı.

Örgütsel düzeyde ortaya çıkanları bir yana bırakarak bir başka noktaya değinmek istiyoruz. Kısa da olsa belirtelim: Örgütsel düzeyde tasfiyecilik, aşırı demokratizm, örgüt mensuplarına özgürlük verme, disiplinsizlik, proletaryanın disiplini yerine burjuvazi hümanizmasını savunma, proletarya diktatörlüğünü burjuva demokrasisine dönüştürme, siyasi faaliyeti okuma yazma eylemine indirgeme vb... Bu nokta, devrimci saflara katılan insanların hızla bireysel dünyalarına dönüşleridir.

Devrimin prestijinin yüksek olduğu koşullarda keskinliği kimseye bırakmayan bir yığın "devrimci" birden bir "birey" olduklarını keşfedip, kollektif cendereyi parçalayarak bireysel özgürlüklerine kavuşma "mücadelesi" verdiler. Gerçekte onların bireysel özgürlük dünyaları, sadece kendilerinin ve yakınlarının içinde bulunduğu bir hapishanedir. Ama onlar bu yenilgi döneminin ağır şartlarında, devrimci saflarda mücadeleden korktuklarından -oligarşinin zindanları kendilerini yıldırdığından- kendi özel ve farklı hapishanelerini tercih ettiler.

12 Eylül döneminin bir özelliği de buydu. Devrimci saflara katılan küçük burjuva aydınların, döneklerin, korkakların ortaya çıktığı, aynı şekilde cunta öncesi mangalda kül bırakmayan devrimci örgütlerin yılgınlık teorilerinin, yüzlerinin üzerindeki perdeyi düşürdüğü bir dönemdir 12 Eylül.

Bu dönemde, sağcılık, davayı inkar, yeni Amerikalar keşfi ve her türlü ahlaksızlık teorisini de yaratarak -geçici de olsa- kısmen güç bulur. Faşizmin yıllardır baş vurduğu baskı, terör, demogoji biçiminde gelişen karşı devrimci çabaların küçük burjuvalar ülkesi Türkiye'de sonuçlar yaratmaması olanaksızdı. İşte cuntanın başarısı bugünkü sağcı düşüncelerin boy vermesi ve büyük bir kesim solun kısmen de olsa var olan mücadele bilinci ve direncini yitirerek resmi ideolojinin etki alanına girmesini sağlamasıdır. Başka bir ifadeyle, silahlı mücadele karşısında küçük burjuva aydınlarının oligarşiyle birlikte aynı hat üzerinde tavır alır hale gelmiş olmasıdır.

12 Eylülle birlikte Türkiye'de iki küçük burjuva aydınının tüm karakteristik özelliklerini devrimci geçinen solda da yansımalarını bulmuş, kaypak, kararsız, en ufak değişme ideallerini terk eden devrimci çıkarların yerine bireysel çıkarlarını düşünme, uzlaşmacı niteliğini ortaya çıkarmıştır. Türkiye solu genel olarak savunduklarını yaşama geçirmede aciz kalmış, kendi dışındaki güçlere bel bağlamıştır. 12 Eylül öncesi sol yayın organlarında yazılanlar anımsandıkça sözlerimiz daha açık anlaşılır hale gelir sanırız.

12 Eylül 1980'den bu yana geçen on yılda tüm gerçekler açığa çıkmıştır. Kim neyi savundu, ne yaptı? Bugün ne yapıyor? Soruları aydınlanmış ve bir sır olmaktan çıkmıştır. Gelinen noktada kendilerine ne sıfatlar verirlerse versinler, bir çok grup siyaset ve sosyalist geçinen tek tek kişilerin, sosyalistliğinden önce tutarlı birer demokrat, anti-faşist ve yurtsever olup olmadıkları tartışılmalıdır.

CEZAEVLERİNDEKİ "AYDINLARIMIZ"

Aydın yılgınlığı, karamsarlığı ve dönekliği en açık haliyle çıplak bir şekilde cezaevlerinde ortaya çıktı, çünkü cezaevleri düşmanla açık bir savaşın yaşandığı, kimsenin yüzünü gizlemek için manevra alanı bulamadığı bir platformdu. Savaş bütün şiddetiyle sürdüğünden ve kimsenin de kaçacak yeri olmadığından taraflar en açık haliyle ortaya çıkacaktı ve öyle de oldu.

Küçük burjuva oportünist "aydınlarımızın" durumu daha önce defalarca ortaya konulduğu için burada çoğunlukla gene aydın tipi özelliklerine değineceğiz, ki bu özellikler, devrimci safları terkedip "birey" olmuş, "özgürlüklerini" (veya tanrılarını) bulmuş insanlarda olduğu gibi -çoğu zaman ideolojik bir kılıf altında- siyasetin kendisinde de görülmüştür.

Cezaevlerinde görülen en tipik aydın özelliği, siyasetten kaçıştır. Siyaset olmasın da ne olursa olsun anlayışı aslında devrime olan güvensizliğin, inançsızlığın tipik belirtisidir. Siyaset dışı alanlarda faaliyetleri yoğunlaştırmak, enerjiyi bütünüyle siyaset dışı alanlara harcama, siyasetten nefret... Bu özellik farklı yollarla kendini gösteriyor. Kimilerinde sanatçı olma tutkusu -en yaygın olanı bu- kimilerinde kendi kabuğuna çekilme vb. Bunlar çoğaltılabilir. Ama hepsinde ortak olan siyasetten kaçıştır.

Birey düzeyinde, bilim, sanat ve kültür üzerine ne kadar soyut söz edildiğine bakarak aydın olup olmama tespiti yapanlar, bu yaklaşımlarıyla soruna sınıfsal bakmaktan ne kadar uzak olduklarını da ortaya koyuyorlar. Proleter aydın, koşulları doğru değerlendirebilen, mücadeleye önderlik edebilen, savaşan, örgütü ve en önemlisi de davasına inanan ve davasını kavrayan insandır.

Tüm olumsuzlukların, yenilgilerin, bölünmelerin kaynağını, devrimcilerin küçük burjuva entellektüeli olmamalarında görenlerin kaçınılmaz sonu, birçoklarının yaptığı gibi kendine legalite sağlama uğruna, ihtilalci özünü (varsa) yitirerek siyasiliği düşümsel planda dondurmak, küçük burjuva aydınlarının bugün yaptığı gibi "istikrar" aramak ve bunun için de "terörizm" lanetleme kampanyaları açmak olacaktır.

Olumsuzluğu olumluya, yenilgiyi zafere dönüştürecek tek güç, devrimci ideolojiye sıkıca sarılmak, proleter devrimci olarak örgütlü bir şekilde mücadeleye katılmaktan geçmektedir.

Proleter aydının ne olması gerektiğini iyi kavrayamayan ve kendi çevrelerinde küçük burjuva aydınlarını arayan, entelektüel görünme heveslerinin, bunları bulamayınca aydın olmama kompleksine kapılmaları doğaldır.

ÇÖZÜM: KÜÇÜK BURJUVA AYDINI OLMAK VE DAVAYI İNKAR ETMEKTE DEĞİL, DAVAYA DAHA SIKI SARILIP PROLETER AYDINI OLMAKTAN GEÇİYOR!...


KAYNAKÇA:

(1) Aydınları "YÖNETİCİ SINIF" OLARAK GÖREN Marsca'nın düşüncesinin bugün görünüşte eleştirilse de rağbet gördüğünü belirtelim. Bu görüşe göre toplumlar aydınlar tarafından yönetilebilirler. Bu elit aydın grubu olmaksızın toplum bir yere gidemez. Devlet de işte bu aydın takımının elinde olmalıdır. (Yani devletin sınıfsal niteliğinin önemi yoktur.)
(2) Aydınlar kavramını küçük burjuva aydınlar anlamında kullanıyoruz.
(3) Bizim gibi ülkelerde "terörizm" edebiyatı resmi ideolojinin bir parçasıdır. İster sağdan gelsin ister soldan gelsin, devrimcilere yönelik "terörizm" suçlamasının özü aynıdır ve bu resmi ideolojinin doğrudan savunuluşudur.
(4) Sanat alanında A. Altan, L. Tekin ve bir kurum sanatçı aydınları uç örnek olarak gösterebiliriz. Bunlar, kendi çökmüş, kokuşmuş ahlaki değerlerini "özgürlük" adına savunurlarken devrimcilerin de ne kadar "psikopat" tipler olduğunu kanıtlamaya (!) çalıştılar. Gerçekte psikopat olan kendileridir. Kimi sol gruplar da sözde çok sakin görünmelerine karşın özde bu tür sapık anlayışları savunmakta ve küçük burjuva aydınlarından aldıkları teorileri daha geri bir tarzda kitleye empoze etmeye çalışmaktadırlar. Bu gizli Ç. Altancılar en tehlikeli olanlardır. Çünkü açıktan devrimci harekete saldıranlarla mücadele etmek çok daha kolaydır.
(5) Ama bütün bunlara rağmen aydınları kazanmanın yollarını bulmak gerekir. Aksi tavır "sol"dur. Devrimci mücadelenin yükselmesine bağlı olarak aydınların tavırlarında da değişmeler olacağını (ayrılmaya uğrayacaklarını) ve artan ölçüde devrimci saflara yanaşacaklarını kabul etmemiz gerekir.
(6) Sosyalist ülkelerde ortaya çıkan aydın-proletarya çelişkisi proletarya aydınıyla proletarya arasındaki bir çelişki değil; küçük burjuva özelliklerini yitirmeyen aydınlarla proletarya arasındaki bir çelişmedir ve bu çelişki uzun süre devam edecektir.
2004.05.25

Hiç yorum yok: