30 Ekim 2007 Salı

Grup Yorum - Yıldızlar Kuşandık



Yıldızlar Kuşandık 2006

Selma Kıl: Solo ve koro vokal
Öznur Turan: Solo ve koro vokal
Eren Olcay: Solo ve koro vokal
Cihan Keşkek: Bağlama, cura, koro vokal
Muharrem Cengiz: Klasik gitar
İbrahim Gökçek: Bas gitar
Ali Aracı: Kaval, koro vokal
İhsan Cibelik: Bağlama
İnan Altın: Vurmalı çalgılar, tuşlu çalgılar, koro vokal
Ufuk Lüker: Akustik gitar, bas gitar, bağlama, tuşlu çalgılar, solo vokal

Düzenlemeler: Grup Yorum


01. Ateşin Çocukları
02. Kayıpların Ardından
03. Vasiyet
04. Sıra Neferi
05. Hasretim Dağ Oldu
06. Gel Yine
07. Yıldızlar Kuşandık
08. Kavuşma
09. Biz Olmasak
10. Adiloş Bebe
11. Yaşamak
12. Were Berxe Min (Gel Yavrum)
13. Siz Öğrettiniz
14. Felluce
15. Davet

Grup Yorum - Yürüyüş



Yürüyüş 2003

Özcan Şenver: Solo, Vokal
İhsan Cibelik: Solo, Vokal
Beril Güzel: Solo, Vokal
Cihan Keşkek: Bağlama, Vokal
Ali Aracı: Orkestra Flütü, Kaval
Muharrem Cengiz: Klasik Gitar, Akustik Gitar
Hakan Alak: Bas Gitar, Vokal
İnan Altın: Tuşlu Çalgılar, Vurmalı Çalgılar, Vokal
Ufuk Lüker: Tuşlu Çalgılar, Vokal


01. Bu Ülkeyi Yangın Sarar
02. Özlem
03. İşte Buradayız
04. Zafere Kadar
05. Dağlar Koynunda
06. Yara Mina Bedewe
07. Kahramanlar Ölmez
08. Kuşatma Altında
09. Bu Vatana Nasıl Kıydılar
10. Keskin Bıçak Yarası
11. Önce Analar Düşer
12. Kalbu Falestini
13. Yastadır Ey Deli Gönül
14. Atışma
15. Biz Varız

Grup Yorum - Biz Varız



Biz Varız 2003

Beril Güzel: Vokal
Özcan Şenver: Solo, Vokal
Cihan Keşkek: Bağlama
Ali Aracı: Flüt, Kaval, Vokal
Hakan Alak: Bass, Vokal
İnan Altın: Klavyeli Çalgılar, Vurmalı Çalgılar, Vokal
Ufuk Lüker: Akustik Gitar, Klasik Gitar


01. Biz Varız
02. Geçit Yok

Grup Yorum - Feda



Feda 2001

Beril Güzel: Vokal
Özcan Şenver: Solo, Vokal
Cihan Keşkek: Bağlama, Cura, Vokal
Serdar Güven: Akustik Gitar, Klasik Gitar, Vokal
Ali Aracı: Flüt, Kaval, Vokal
Hakan Alak: Bass, Vokal
İnan Altın: Klavyeli Çalgılar, Vurmalı Çalgılar, Vokal
Ufuk Lüker: Klavyeli Çalgılar


01. Kızılcık Şerbeti
02. Yağmur Olsun
03. Emekçi Halayı
04. Bir Mevsim
05. Bu Memleket Bizim
06. Sesimi Duyan Var mı?
07. Sürmenelim
08. Feda
09. Diri Diri Yaktılar
10. Yoldaşım Vurulmuş
11. Kozanoğlu
12. Meryem
13. Direniş Marşı
14. Ne War u Yar

Grup Yorum - Eylül



Eylül 2001

Beril Güzel: Vokal
Özcan Şenver: Solo, Vokal
Özgür Tekin: Vokal
Cihan Keşkek: Bağlama, Cura, Vokal
Serdar Güven: Akustik Gitar, Klasik Gitar, Vokal
Hakan Alak: Bass, Vokal
İnan Altın: Klavyeli Çalgılar, Vurmalı Çalgılar
Ali Aracı: Flüt


01. Eylül
02. Eylül (Enstrümantal)
03. Sesleniş
04. Analar

Grup Yorum - 15. Yıl Seçmeler



Onbeşinci Yıl Seçmeler 2000

Fikriye Kılınç: Solo, Vokal
Özcan Şenver: Solo, Vokal
Özgür Tekin: Vokal
Cihan Keşkek: Bağlama, Cura, Vokal
Serdar Güven: Akustik Gitar, Klasik Gitar, Vokal
Hakan Alak: Bass, Vokal
Ali Aracı: Flüt


CD 1
01. Güleycan
02. Gel ki Şafaklar Tutuşsun
03. Seher Yeli Kız
04. İnsanların İçindeyim
05. Doğacak Güneş Gibi
06. Mısri Kız
07. İnsan Pazarı
08. Dağlara Gel
09. Bir Ömür de
10. Berivan
11. Düşenlere
12. Soluk Soluğa
13. Ölümden Öte
14. Ölümsüz
15. Ulaşır Sana
16. Direnişçilerin Cevabı

CD 2

01. Dersim'de Doğan Güneş
02. Şahan Kanatlılar
03. İsyan Olsun
04. Madenciden
05. Koçaklama
06. Özgür Tutsak
07. Mehmet Sait'in Türküsü
08. Derviş
09. Uğurlama
10. Halkımızın Gelini
11. Yürek Çağrısı
12. Gidene
13. Umudun Zeybeği
14. Cemo

Grup Yorum - Kucaklaşma



Kucaklaşma 1999

Fikriye Kılınç: Solo, Vokal
Özcan Şenver: Solo, Vokal
Özgür Tekin: Vokal
İrşad Aydın: Bağlama, Cura, Vokal
Cihan Keşkek: Bağlama, Vokal
Vefa Saygın Öğütle: Klasik Gitar
Serdar Güven: Akustik Gitar, Vokal
Hakan Alak: Akustik Gitar, Klasik Gitar, Vokal
Ufuk Lüker: Klavyeli Çalgılar, Bass, Vurmalı Çalgılar, Vokal


01. Cemo
02. Gün Karanfil Kokuyor
03. Devrim Yürüyüşümüz Sürüyor
04. Hasret
05. Tutsak Anaları
06. Boran Fırtınası
07. Göç Destanı
08. Seni Men Yaman Sevirem
09. Nehir Kenarında Yürüyen Gerillalar
10. Bir Ömür de
11. Haklıyız Kazanacağız
12. Emek
13. Halkın Adaleti
14. Sasa Horonu
15. Biz Hiç Teslim Olmadık ki
16. Sahnedeydi İdil ve Ölüme Açılıyordu Perde
17. Kucaklaşma
18. İlginç de Düştü
19. Naz Barı
20. Voltada Söylenen Türkü
21. Yemliha ile Doğrulduk Zafere
22. Ya Kazanacaklardı
23. Gün Tutuşur
24. Ve Zafer

Grup Yorum - Boran Fırtınası



Boran Fırtınası 1998

Fikriye Kılınç: Solo, Vokal
Özcan Şenver: Solo, Vokal
Vefa Saygın Öğütle: Klasik Gitar, Akustik Gitar
İrşad Aydın: Bağlama, Cura, Vokal
Hakan Alak: Akustik Gitar, Vokal
Ufuk Lüker: Klavyeli Çalgılar, Vokal


01. Meşale & Boran Fırtınası
02. Voltada Söylenen Türkü
03. Dünyayı Sarsacak Karar
04. Açlığın Yürüyüşü Başlıyor
05. Buca'daydı Berdan
06. Vatan Buca Olmuştu
07. Ümraniye'deydi İlginç
08. Nurhak'a Özlem
09. Tören Başlıyor
10. Halkın Adaleti
11. İlk Boran Kalkıyor Göğe
12. Aygün'ün Vasiyeti
13. Bir Ömür de
14. Berdan Çayı'ndan Ege Dağları'na
15. Tutsak Anaları
16. Bir Görüş Kabininde
17. Halkımızın Gelini
18. İlginç de Düştü
19. Yeniden Doğuyorsun
20. Sokaklar Yürüyordu Düşman Üstüne
21. Tedariğini Hazırla
22. Vatan Yeni Şehitlerle Sarsılıyordu
23. Umudun Zeybeği
24. Sahnedeydi İdil ve Ölüme Açılıyordu Perde
25. Güneşe Gidiyorlardı
26. Düğüne Gider Gibi
27. Yemliha ile Doğrulduk Zafere
28. Ya Kazanacaklardı
29. Ve Zafer

Grup Yorum - Marşlarımız



Marşlarımız 1997

Fikriye Kılınç: Solo, Vokal
Özcan Şenver: Solo, Vokal
Emrah Fidan: Viyola
Suat Kaya: Cura, Vokal
Vefa Saygın Öğütle: Klasik Gitar
İrşad Aydın: Bağlama, Vokal
Hakan Alak: Akustik Gitar, Vokal
Ufuk Lüker: Klavyeli Çalgılar, Vokal
Elif Sumru Gürel: Akustik Gitar, Vokal
Kemal Sahir Gürel: Klavyeli Çalgılar, Kaval, Vurmalı Çalgılar, Flüt, Buzuki, Vokal


01. Bir Mayıs
02. Beyaz Gelinlik
03. Gençlik Marşı
04. Neşid El Tahrir
05. Partizan
06. Özgür Tutsak
07. Haklıyız Kazanacağız
08. Avusturya İşçi Marşı
09. Reber
10. Vur Ulan Köpek Dölü
11. Ulaş'a Ağıt
12. Gün Doğdu
13. Şarkışla
14. Kızıldere
15. Nurhak
16. Hürrriyet Marşı
17. Şişli Meydanı'nda Üç Kız
18. Bize Ölüm Yok
19. Cesaret
20. Enternasyonal

Grup Yorum - Geliyoruz



Geliyoruz 1996

Fikriye Kılınç: Solo, Vokal
Özcan Şenver: Solo, Vokal
İrşad Aydın: Bağlama, Vokal
Hakan Alak: Klasik Gitar, Akustik Gitar, Vokal
Ufuk Lüker: Klavyeli Çalgılar, Vokal
Elif Sumru Gürel: Klasik Gitar, Akustik Gitar, Vokal
Kemal Sahir Gürel: Klavyeli Çalgılar, Kaval, Cura, Vurmalı Çalgılar, Elektrik Gitar, Flüt, Buzuki, Bass, Vokal


01. Şahan Kanatlılar
02. Yarın Bizimdir
03. Uğurlama
04. Ey Şahin Bakışlım
05. Avlaskani Cuneli
06. Mayıs
07. Gazi Marşı
08. Hevidarım
09. Sibel Yalçın Destanı
10. Mehmet Sait'in Türküsü
11. Haydi Tenruh
12. Gidene
13. Grev Halayı

Grup Yorum - İleri



İleri 1995

Nuray Erdem: Solo, Vokal
Özcan Şenver: Solo, Vokal
İrşad Aydın: Bağlama, Vokal
Hakan Alak: Klasik Gitar, Akustik Gitar, Vokal
Ufuk Lüker: Klavyeli Çalgılar, Vokal
Elif Sumru Gürel: Klasik Gitar, Akustik Gitar, Vokal
Kemal Sahir Gürel: Klavyeli Çalgılar, Vokal


01. Haydi Kolkola
02. Ölümsüz
03. Ya Arıse'l Cenubi
04. Özgürlük Tutkusu
05. Ayşe Gülen'e Ağıt
06. Herne Peş
07. Göç Destanı
08. Dersim'de Doğan Güneş
09. Anacan Yiğitlemesi
10. Dünya Halkları Kardeştir
11. Bağcılar'da Üç Karanfil
12. Yangınlar İçinde Vatanım
13. Gowenda Gelan
14. Selam Olsun

Grup Yorum - Hiç Durmadan



Hiç Durmadan 1993

Nuray Erdem: Solo, Vokal
Taner Tanrıverdi: Solo, Bağlama, Vokal
Elif Sumru Gürel: Klasik Gitar, Akustik Gitar, Vokal
Kemal Sahir Gürel: Kaval, Buzuki, Klavyeli Çalgılar, Vurmalı Çalgılar, Vokal


01. Dağlar Sözümüz Var
02. Onurumsun
03. Hiç Durmadan
04. Ölümden Öte
05. Reber
06. Devrim Yürüyüşümüz Sürüyor
07. Sıvas (Gün Tutuşur)
08. Derviş
09. Çiya Ez Im & Hey Gökler
10. Her Du Çawe Mın

Grup Yorum - Cesaret



Cesaret 1992

Hilmi Yarayıcı: Solo, Vokal
Nuray Erdem: Solo, Vokal
Taner Tanrıverdi: Bağlama, Vokal
Elif Sumru Gürel: Klasik Gitar, Akustik Gitar, Vokal
Kemal Sahir Gürel: Kaval, Buzuki, Klavyeli Çalgılar, Vurmalı Çalgılar, Vokal


01. Dağlara Gel
02. Mısri Kız
03. Karadeniz
04. Em Ne Binketi Ne
05. Neslime Armağandır
06. Cesaret
07. Kucaklaşma
08. Dı Beri
09. Seher Yeli Kız
10. Sevda Türküsü
11. Benim Adım Şirvan Berivan
11. Seni Seviyorum
11. Reşo & Keçe Kurdan

Grup Yorum - Yürek Çağrısı



Yürek Çağrısı 1991

Hilmi Yarayıcı: Solo, Vokal
Selma Çiçek: Solo, Vokal
Efkan Şeşen: Solo, Vokal
Gülsema Dalgıç: Vokal
Taner Tanrıverdi: Bağlama, Cura, Vokal
Elif Sumru Gürel: Klasik Gitar, Akustik Gitar, Vokal
Kemal Sahir Gürel: Kaval, Flüt, Klavyeli Çalgılar, Vurmalı Çalgılar, Vokal


01. Madenciden
02. Evindar
03. Çerkes
04. Büyü Bebeğim
04. Sevda Türküsü (TAYAD Türküsü)
06. Düşman Çizmesi Altında Yurdum
07. Çay Berbena
08. Yürek Çağrısı
09. Ay Doğar (Gerillanın Türküsü)
10. Ulaşır Sana
11. Analara
11. Cane

Grup Yorum - Gel ki Şafaklar Tutuşsun



Gel ki Şafaklar Tutuşsun 1990

Hilmi Yarayıcı: Solo, Vokal
Selma Çiçek: Solo, Vokal
Efkan Şeşen: Solo, Vokal
Metin Kahraman: Bağlama
Elif Sumru Gürel: Klasik Gitar, Vokal
Ejder Akdeniz: Flüt, Bass, Klasik Gitar, Akustik Gitar, Vokal
Kemal Sahir Gürel: Bass, Kaval, Flüt, Klavyeli Çalgılar, Vurmalı Çalgılar, Vokal


01. Gel ki Şafaklar Tutuşsun
02. Ferhat
03. Koçaklama
04. Direnişçilerin Cevabı
04. Umut
06. Halay
07. Apo Haydar Hasan'ın Türküsü
08. Dağlara Doğru
09. Madenciye Ağıt
10. Onaltı Mart
11. Sasa Horonu

Grup Yorum - Cemo/Gün Gelir



Cemo / Gün Gelir 1989

Aylin Şeşen: Vokal
Selma Çiçek: Solo, Vokal
Hilmi Yarayıcı: Solo, Vokal
Taner Tanrıverdi: Vokal
E. Akın Çapın: Vokal
Efkan Şeşen: Solo, Vokal
Elif Sumru Göker: Klasik Gitar, Vokal
Metin Kahraman: Bağlama, Vokal
Ejder Akdeniz: Klavyeli Çalgılar, Flüt, Bass, Vurmalı Çalgılar, Klasik Gitar, Vokal
Serdar Keskin: Akustik Gitar, Vokal
Kemal Sahir Gürel: Bass, Kaval, Flüt, Klavyeli Çalgılar, Vokal


01. Cemo
02. Mehmet
03. İsyan Olsun
04. Gün Ola
04. Düşenlere
06. Stien I Bjerget
07. İnsan Pazarı
08. Borçlusun
09. Gün Gelir
10. Oğula Ağıt
11. Bir Oğul Büyütmelisin
12. Çağrı

Grup Yorum - Türkülerle



Türkülerle 1989

Efkan Şeşen: Solo, Vokal
İlkay Akkaya: Solo, Vokal
Ejder Akdeniz: Klasik Gitar, Vokal
Serdar Keskin: Akustik Gitar, Vokal
Tuncay Akdoğan: Cura, Vokal
Metin Kahraman: Bağlama, Vokal
Kemal Sahir Gürel: Bass, Kaval, Flüt, Tar, Klavyeli Çalgılar, Vurmalı Çalgılar, Vokal


01. Başına Döndüğüm
02. İnce Memed
03. Nenni
04. Omuzdan Tutun Beni
05. Naz Barı
06. Le Hanım
07. Seni Men Yaman Sevirem
08. Dünyanın Üzerinde
09. Çatal Çama
10. Karadır Kaşların

Grup Yorum - Haziranda Ölmek Zor/Berivan



Haziranda Ölmek Zor / Berivan 1988

İlkay Akkaya: Solo, Vokal
Efkan Şeşen: Solo, Vokal
Kemal Sahir Gürel: Kaval, Flüt, Akustik Gitar, Klasik Gitar, Klavyeli Çalgılar, Vokal
Taci Uslu: Klavyeli Çalgılar
Metin Kahraman: Bağlama, Vokal
Tuncay Akdoğan: Cura, Vokal
Ejder Akdeniz: Klasik Gitar, Vokal
Serdar Keskin: Akustik Gitar, Vokal


01. Berivan
02. Diriliş
03. Soluk Soluğa
04. Doğacak Güneş Gibi
05. Asker Kaçakları
06. Hoşçakalın Dostlarım
07. Haziranda Ölmek Zor
08. Bir Dağ Türküsü
09. Venseremos
10. Filistin Günlüğü
11. Özgürlük Türküsü
12. Çav Bella

Grup Yorum - Sıyrılıp Gelen




Sıyrılıp Gelen 1987

Metin Kahraman: Bağlama, Vokal
Erkan Sevil: Klasik Gitar, Vokal
Tuncay Akdoğan: Cura, Vokal
Kemal Sahir Gürel: Kaval, Orkestra Flütü, Mandolin, Koltuk Davulu
Taci Uslu: Org, DSS 1
Gülbahar Uluer: Vokal
Ayşegül Yordam: Vokal
Efkan Şeşen: Vokal


01. Büyü
02. Gülebilmez
03. Kuşatma (Filistin)
04. Güleycan
05. Hüznün İsyan Olur
06. Entel Karşılaması
07. Sıyrılıp Gelen
08. Hayat
09. Munzur
10. Sen Özgürlüksün
11. Mapushane

Yorum Biyografi

Yorum Biyografi
Yorum, Türkiye'de 1980 yılında gerçekleşen askeri darbeye ve sonrasında halka uygulanmaya çalışılan depolitizasyon ve sindirme politikalarına tepki amacıyla, 1985 yılında üniversite öğrencileri tarafından İstanbul'da kuruldu. Başlarda, Ruhi Su, Mahzuni Şerif, Inti Illimani, Victor Jara, Quilapayun ve Theodorakis'ten etkilenen grup, doğduğu coğrafya olan Anadolu topraklarının ve onun üzerinde yaşayan halkların sesini, devrimci-sosyalist bir müzik anlayışıyla duyurmaya başladı. Yorum, kısa süre içerisinde muhalif duyarlılığın, haklar ve özgürlükler mücadelesinin vazgeçilmez bir ismi oldu.

1987'den başlayarak hemen her yıl bir albüm çıkaran, Türkiye'de ve Avrupa'da her yıl onlarca büyük konser veren grup, bunun dışında yüzlerce kitle eylemine, sokak gösterisine, greve, fabrika ve üniversite işgaline katıldı. Grup üyeleri bu örgütlü-devrimci-eylemci yapı ve müziklerinin içerik ve sunumundaki muhalif çizgi nedeniyle pek çok gözaltı, tutuklama ve yasaklama ile karşılaştı. Güvenlik güçleri tarafından cd ve kasetleri dahi kurşunlanan grubun pek çok üyesi, onlarca kez işkence gördü, on yıllara varan hapis cezaları aldı. Bütün bunlar, grubun çalışmalarını ve ilerleyişini durduramadı.

Yorum, Türkçe dışında, Anadolu’da konuşulan Kürtçe, Arapça, Çerkesçe dillerinde de şarkılar söylüyor… Bu dillerin özgürleştirilmesi mücadelesine katılıyor.

Anti-faşist ve anti-emperyalist mücadele, hapishane katliamları, doğal afetlerin yarattığı yıkımlar, emperyalist savaşlar, ölümler, aşk, erdem ve özgür bir dünyaya duyulan özlem gibi konular grubun şarkı sözlerini şekillendiriyor. Grup, gerek ülke ve dünya gündemine bağlı, gerek kendi iç dinamikleri ile uyumlu olarak gelişim gösteren müzikal yapısıyla, içerdiği zenginlikler ve renkleri çoğaltıp kapsayıcılığını artırırken, ana çizgisini bozmuyor; artık kendisiyle özdeşleşen "Yorum tarzı" da pek çok yeni müzisyene ve gruba öncülük ediyor. Yorum, müziğinde mey, bağlama, kaval gibi yerel çalgıların yanı sıra, başta gitar olmak üzere keman ve obua gibi pek çok yerel olmayan çalgıyı da kullanıyor. Solo ve koro vokallerin baskın olduğu müziğinde, sağlam ritim kompozisyonlarına ve akıcı ezgilere yaslanıyor. Folk-rock olarak değerlendirilebilecek bu müzik; ülkenin yerel folk şarkılarından Akdeniz ezgilerine, Latin Amerikalı marşlardan 'rock'a kadar tınılar barındırıyor.

Gerek yaptığı müzik, gerek üstlendiği görev ve taşıdığı sorumlulukla, pek çok konuda bir ilk olan, bütün yasaklara rağmen her yıl yüz binlerce dinleyicisiyle buluşmayı başaran, albümleri seri halinde satmaya devam eden, hakkında araştırma yazıları ve kitaplar yayımlanan, basının "Hapishane Şarkıcıları" ve "Kar Makinası" ismini taktığı Yorum; dünya devrimci müziğinin önemli isimlerinden biri olarak umutlu şarkılar söylemeye devam ediyor.
2006.12.22

Müziğimiz Devrimcidir

Müziğimiz Devrimcidir
Daha önce yayınlanan "artık çağdaş halk müziği demiyoruz" adlı yazımızla, müziğimizle ilgili olarak başlattığımız tartışma birçok yönüyle hemen her sanat dalını da ilgilendirmektedir. Bu tartışma yaşamın bütün alanlarında burjuva ideolojisinin belirleyiciliğinde şekillenen kültürel yozlaşmaya ve bunun sanat alanındaki biçimlenişine karşı, devrimci ideolojinin hem teorik alanda, hem de pratikte kendini yeniden üreterek, ileriye doğru atılması ve ufkunu genişletmesinin bir sonucudur.

Devrimci savaş, sömürü ve zulüm düzenini bir bütün olarak karşısına alıp, onu halka insanlığa düşman olan nitelikleriyle mahkûm ederken, sömürüsüz, eşit, paylaşımcı bir toplumu hedefleyerek büyüyor. Bu savaşın hangi aşamalardan geçerek zafere ulaşacağı, Marksist-Leninist ideolojinin ülke koşullarında somutlanmasıyla ve yaşam içinde doğruluğunun sürekli kanıtlanmasıyla, her geçen gün çok daha geniş kesimler tarafından görülmektedir. Devrimci savaş, politik alanda kendine özgü biçimleriyle sürerken, onu şekillendiren teorik kavrayış, en ince ayrıntılarına kadar sürekli kendini yenileyerek gelişmektedir. Politik mücadele, diğer bütün mücadele biçimlerini de belirleyerek ilerlerken hukuktan spora, şehir planlanmasından ekonomiye, eğitimden kültür sanat yaşamına kadar yaşamın tüm alanlarında yeni olanı, bu günden yarına şekillendirmektedir.

Bu genel gelişim içinde, kültür sanat alanında burjuva ideolojisinin her türden yansımalarıyla mücadele etmek, devrimci sanatçıları neyi nasıl, neden yaptıklarını bugünkü mücadeleye bu alana nasıl katıldıklarını ve yarına neyi taşıyacaklarını devrimci tarzda kavramalarını ve bunu sürekli geliştirmelerini zorunlu kılıyor. 13 yıldır, bu bilinçle sürdürdüğümüz mücadelemizin her sürecinde misyonumuzun farkında olarak, sürekli tartışarak, halktan öğrenerek yarattığımız gelenek, devrimci mücadelenin gelişimine paralel olarak zenginleşiyor. Öte yandan çürümüş, köhnemiş burjuva düzeninin fiziki ve ideolojik saldırıları da yoğunlaşıyor. Bu saldırılar çoğu zaman açıktan düzen kurumlarından ve onların yanında saf tutanlardan gelmekle birlikte, kendilerini muhalif gören, "demokrat" olarak nitelendiren çevrelerce bu saldırılar daha sinsice, bilinçleri bulandıran, yozlaşmayı, çürümeyi meşrulaştıran tarzda güçlendiriyor. Yaşamın her alanında olduğu gibi müzikte de bu iki yönlü gelişme, birbirleriyle çatışarak sürüyor. Gelinen aşamada devrimci olan ile çürüyenin, yozlaşanın arasına kalın çizgiler çekmek ve her türlü belirsizliği ortadan kaldırmak, hem bu gelişimin doğal sonucu, hem de kaçınılmaz bir görev olarak ortaya çıkıyor.

Bu, durum bizler için ne beklenmedik bir durumdur ne de yeni bir gelişmedir. "Çağdaş Halk Müziği" adıyla başlayarak bu günlere getirdiğimiz müziğimizle ilgili olarak ortaya koyduğumuz devrimci bakış açısı, süreç içinde sürekli gelişip zenginleşirken, öngörülerimizde bir bir gerçekleşmiştir. Bunlardan konuyla ilgili olan en önemlisi, Çağdaş Halk Müziği'nin devrimcilikle uzaktan yakından ilgisi olamayanlar tarafından giderek daha fazla yozlaştıracağı saptamasıydı. Yaptıkları müziği ifade ederlerken, Çağdaş Halk Müziği'ni içeriğinden, ideolojik temellerinden uzak, sadece teknik yönleriyle ele alarak, bu tekniği de eğip-bükerek kendi yozluklarına alet edenler müzik dünyasına doluştular.

Çağdaş olmakta müziğin çağdaşlığından ne anlaşılması gerektiği belirsizleştirildi. Oysa çağ, emperyalizm çağıdır. Ezilen halklar cephesinden baktığımızda ise ulusal kurtuluş mücadeleleri ve ploreter devrimler çağıdır.Ne "Yeni Dünya Düzeni" ne "globalleşme" demogojileri bu gerçeği değiştirebiliyor., tam tersine daha da yakıcı bir gerçek haline getiriyor. Çağdaşlığı, salt müzik aletlerinde çıkan notalara indirgeyerek, ceplerini doldurmanın etiketi olarak kullananların ne emperyalizm, ne halk, ne de devrim diye bir dertleri yoktur.

"Çağdaş" kavramı, içini kimin, nasıl doldurduğuna bağlı olarak, birbirleriyle asla uzlaşmayacak kutuplarda olanların aynı zeminde kendini ifade edebileceği bir kavram olarak belirsizleştirildi. Bugün de her türlü yozlaşmayı, yozlaştırmayı meşrulaştıran bir örtü olarak kullanılmaktadır. "Protest", "Özgün" vb. gibi ne çerçevesi ne de anlamı belli olamayan kavramlarla "piyasa" yapanlardan, müziğine "pop-arabesk" diyenlere kadar hemen herkes kendisine daha ciddi(!) bir isim ararken, Çağdaş Halk Müziği'ne sarıldılar. Velhasıl, ortalık "çağdaş"tan ve çağdaş halk müziği sanatçı(!)larından geçilmez oldu.

Devrimci çizgimizle mücadelemizi sürdürürken, her türlü belirsizliği ortadan kaldıracak temel bakış açımızı "Çağdaş Halk Müziğimiz devrimcidir" diyerek ortaya koymuştuk. Müziğimizin içeriğiyle ilgili olarak "Müziğimize özünü veren devrimci savaşım, ideoloji ve değerlerdir" demiştik. Bu doğrultuda mücadelemizi sürdürürken her alanda zulme karşı can bedeli, kan bedeli gelişen devrimci mücadelenin zenginliği müziğimizi de hiçbir kalıpla sınırlandıramayacak biçimde zenginleştirecekti. "Gelişen mücadele bizim müziğimizi de etkileyecektir" derken, bu gerçeği ifade etmiştik. Bu gün artık "Çağdaş Halk Müziği Demiyoruz!" başlıklı yazımızla kamuoyuna sunduğumuz tartışmanın özü, Grup yorum olarak yola çıkarken ortaya koyduğumuz bu temel belirlemelerin doğal sonucudur. İki yıldır sürdürdüğümüz tartışmalar ve değerlendirmelerle gelinen noktada müziğimizi "devrimci müzik" olarak adlandırabiliyoruz.

Devrimci Müziğimiz, mahallelerden işyerlerine, okullardan meydanlara, hapishanelerden dağlara uzanan bir türküye kan veren, can verenlerin müziğidir. Onbinler olup kortejlerde, en açık haliyle devrimin meşruluğunu haykıranların müziğidir. Devrim umudu devrimci halk kitlelerinin omuzlarında yeni değerler yaratarak büyürken, müziğimizde yeni değerleri kucaklayarak bu gelişmeyi yaşıyor, her türden burjuva, küçük burjuva yoz, çarpık anlayışla arasına kalın çizgiler çekerek devrimci gelişmeyi kimliğine daha açık ve zengin biçimde işliyor.

Devrimci müziğimiz, geçmişten bugüne yaşamda, üretimde ortaya koyduğumuz pratiğin bir sonucu olmakla birlikte, bu günden yarına yaşamımızla ve müziğimizle mücadelenin bizlere yüklediği devrimci sorumluluğun da bir ifadesidir. Tekniği ve yenilikçiliği, yaratıcılığı ve estetik ölçütleriyle müziğimizi kavganın hizmetine sunmanın sorumluluğunu ifade eder. Kavganın bir parçası olmak, bizlere yalnızca ürünlerimize esin kaynağı olmakla kalmayıp, aynı zamanda devrimci üretimin en önemli unsuru olan kolektif üretimi gerçekleştirme sorumluluğunu yükler.

Devrim asıl olarak politik-askeri bir savaş olmakla birlikte, bu savaş, yaşamın bütün alanlarında burjuvaziye karşı elde edilecek irili-ufaklı zaferlerin toplamıyla kazanılacaktır. Devrimci müziğimizle bu kavganın sesi olmayı sürdürecek, binlerce ağızdan yankılanan türkülerimiz, marşlarımız, destanlarımızla yeni yeni zaferlere yürüyeceğiz.
2004.10.26

Sol Etiketli Müzik

Sol Etiketli Müzik
Bu güne kadar üzerinde ısrarla durduğumuz ve değişik boyutlarıyla ele alıp, irdelediğimiz bir konu oldu devrimci sanat ve devrimci sanatçılık. Sanatın değişik dallarında; şiirde, sinemada, müzikte, resimde ve tiyatroda, bir bütün olara edebiyatta, hem var olan ürünleri, eserleri ile birçok sanatçıyı değerlendirip, devrimci tarzda eleştiriye tabii tuttuk, hem de kendi somut üretimlerimiz ve pratiğimizle devrimci sanata ve devrimci sanatçılığa dair bir perspektif oluşturmaya çalıştık.

Geriye dönüp bakıldığında, bir zamanlar gündem olmuş, belli bir okuyucu ya da dinleyici kitlesine sahip olan, şair yazar ya da müzik gruplarının bu gün esemesinin dahi okunmadığını görüyoruz. Bir roman, bir şiir ya da, bir kasetle üstelik sol bir söylem kullandıkları halde, yalnızca bir atımlık barut olabilen bu sanatçıların yaşadığı sorun neydi? Kendilerine sorarsanız “İlerici”, “devrimci”ydiler… Öyleyse hayatın ve kavganın akışına neden ayak uyduramadılar? Kısırlaşmalarının, üretimsizliğin ya da giderek daha bir yozlaşmanın, içerikte ve biçimde gericileşmenin nedeni neydi? Neden yaratıcı olamadılar? Neden kalıcı, istikrarlı, sağlam bir çizgi oluşturamadılar? Asıl dertleri güncel olanı, piyasada “iş” yapanı ele almak, bu yolla daha çok satmak, daha çok para kazanmak mıydı? Eğer öyleyse, solculukları, devrimcilikleri sadece bir etiketten ibaret değil miydi?

Hemen her sanat dalı için bu benzer sorularla yeniden değerlendirilmeyi bekleyen pek çok sanatçı ve sanatsal ürün var. Yaşadığımız sürecin özgünlüklerini, Anadolu halklarının kurtuluş kavgasının geldiği boyutu, devrim ve karşı devrimin kalın çizgilerle ayrıştığı, saflaşmanın daha bir belirginleştiği bu aşamayı dikkate alan bir tartışmaya ihtiyaç olduğuna inanıyoruz. Doğru ve yanlış, dürüst ve sahte olan netleşmelidir.

Egemenler için “denizin tükendiği” bu aşamada, halkın kurtuluş kavgasını bu anlamda sahiplenenlerle, bu kavgada yaratılan değerleri mirasyedi gibi tüketen, sol etiketli asalakların net bir biçimde ayrıştırılması şarttır.

Bu yazı özelinde müzik gruplarını; sol bir etiketle bir dönem “iş” yapan ama bugün tükenen, üretemeyen, kısırlaşan müzik gruplarını ele alacağız. Ahmet Kaya, Zülfü Livaneli, Selda vb. için artık söylenecek söz yoktur. Ne hayatın ne de kavganın hızlı ve sarsıcı akışı karşısında sahtekârlık yapacak manevra alanları kalmamıştır. Gerçek yüzleri çoktan ortaya çıkmış durumdadır. Üretemeyen, “Nostalji” albümleriyle durumu idare etmeye çalışan bir haldedirler.

Asıl olarak üzerinde duracağımız, 1980’li yılların ortalarından itibaren giderek sayıları çoğalan, kimisi belli bir siyasi çevrenin sesi olmuş, ama zamanla az da olsa var olan devrimci duyarlılığını yitirmiş müzik gruplarıdır. Grup Yorum’un kurulduğu 1985’li yıllara denk düşen dönemde, çoğunluğu üniversite gençliği içinden çıkan bu gruplar, o döneme özgü coşkularını, heyecanlarını, duyarlılıklarını, halka ve sorunlarına yönelik hassasiyetlerini zamanla yitirdiler. Kimisi bir, kimisi iki kaset yaptı. Belki birkaç konser düzenlendi ama ne yazık ki devamını getiremedi. “Grup Merhaba”, “Bengi Türkü”, “Günola”, “Grup Çağrı”, “Çağdaş Türkü” gibi gruplar ne varlıklarını koruyabildiler, ne de kalıcı izler bırakabildiler. Yok oldular.
“Grup Baran”, ”Grup Merhaba”, “Çağdaş Türkü” ve bugün esemesi dahi okunmayan diğerlerinin ortak bir özelliği vardı: 12 Eylül Faşist cuntasının ezip geçtiği, yılmış, yıkılmış, yenilgi psikolojisine kapılıp, halka ve devrime olan inançlarını yitirmiş “eski” lerden oluşuyordu üyeleri. Eski TKP’li, eski TİP’li, eski DY’li, eski Kurtuluş’çu gibi… Nasıl ki örgütsel yapıları, faşist cuntanın fiziki ve ideolojik saldırıları sonrası yeni dünyalar keşfediyorsa, onlar da aynı seyri izlediler.

Gün geçtikçe daha fazla yozlaşan, dejenere olan kültürel yapıları ve düşünme biçimleriyle, ilk çıkışta ele aldıkları konulara olan duyarlılıklarını bir süre sonra yitirdiler.

Hatta “Ezginin günlüğü” gibi,1980’li yılların ortalarında, 12 Eylül cuntasının yarattığı yoz kültüre alternatif olma arayışıyla ortaya çıkan gruplar bile, bir süre sonra ya dağılma noktasına geldiler, çalışmalarını durdurdular, ya da dağılıp yok oldular. Ya da ayakta kalabilmek için yeniden yapılandılar. İlk başlarda ağırlıkla gençliğin sahiplendiği bu gruplar, halk müziği çalgılarını, batı enstrümanlarıyla kaynaşabiliyor, çokseslilikte olumlu bir çizgide seyrediyorlardı. Nazım Hikmet, Ahmet Arif, Enver Gökçe gibi şairlerin şiirlerini besteliyor ya da geleneksel halk türkülerini yeniden düzenleyip söylüyorlardı. Duyarlıydılar, hümanisttiler, yaşananlara karşı tepkilerini bir biçimde dile getiriyorlardı. Ama yetmedi!..

1990’lı yıllarda yaşananlar, sosyalist sistemin yıkılışı ve revizyonizmin iflası sonrasında, var olan duyarlılıklarını tümden kaybettiler. Halkın değerlerine, yaşanan toplumsal sıkıntılara, sorunlara giderek yabancılaştılar. Ayrı bir dünyanın insanları oldular. Devrime, devrimciliğe, halka ve halkın değerlerine olan kısmi vurguları, bir süre sonra hiç yapmaz oldular şarkılarında. Saydığımız bu konular onlar için ya nostaljik sohbetlerin konusu ya da ele aldıklarında küfürle andıkları bir geçmiş… Az da olsa sahip oldukları değerleri terk ettiler, piyasanın aradığı tipte sanatçılar haline gelip, piyasanın istediği şarkıları yaptılar.
Örneğin Ezginin Günlüğü, tıpkı Yeni Türkü gibi, içerik olarak temeline bireyin dünyasının oturtulduğu, umutsuzluğun, karamsarlığın, bunalımlı ruh halinin ve boş vermişliğin erdem sayıldığı sözlerle kasetler yapmaya başladılar. “İstavrit” adlı kasetinde Ezginin Günlüğü; “Çık yollara şarkı söyle / Ne hale geldi dünya böyle / unut olanı ver elini oyna / Ceketini, bakışını, gülüşünü topla / geriye kalan acınası dünya” diyor, boş vermişliği, bireyciliği örgütlüyordu… Daha sonraki ürünlerinde de aynı biçimde bunalım, muğlaklık, karamsarlık hakim oldu… Ele aldıkları konularda öncelik; aşk, doğa, barış, çiçekler, insanlık, kuşlar vb. idi. Politika kaygıları olsa da, korkak, çekingen ve düzenin izin verdiği ölçüde yaptılar.

Bugün, hasbelkader varlığını devam ettiren “sol etiketli” bu grupların en önemli açmazları, her şeyden önce örgütsüz oluşlarıdır. Sözde devrimci, sözde solcu, ilerici olan ama örgütsüzlüğü her şeyin üzerinde gören ve bireyi yücelten bu gruplar, örgütlü yaşam ve mücadeleden her zaman korktular. Korktukları; devrim yolunda ödenmesi zorunlu bedellerdir. Bedel ödemeden hiçbir hakkın kazanılmayacağını, özgürlüğün bahşedilmeyeceğini bilmiyor olabilirler mi?

Sözde solcu ama devrimci bir ideolojiye sahip değil…

Sözde solcu ama örgütlü mücadeleden kaçıyor…

Mücadeleyi, halkın çektiği acıları, yaşanan baskı, işkence ve katliamları, kayıpları sadece izliyorlar… Sözde solcular ama sadece gözlemcilik yapıyor var olanı değiştirmeye kesinlikle yeltenmiyorlar.

“Müzikte slogana yer yok!” gibi teranelere sarılıyor, politika yapmaktan duydukları korkuyu, sözde sanatsal içerikli tartışmalarla perdelemeye çalışıyorlar.

Üstü kapalı ya da dolaylı anlatımlarla halkın sorunlarını ele alıyorlar ki alabilene aşk olsun. Yaşanılan süreçle ilgili olmayan tali yada marjinal kalmış bir konuyu, olay ya da olguyu işliyorlar. Arada okunan Pir Sultan türküsü ya da kürtçe okunan bir geleneksel türkü ile de zevahir kurtarılamaya çalışılıyor.
Onlara göre müzikte politik bir söyleme sahip olmak, gerçekleri yalın ve anlaşılır bir dille ifadelendirmek kabalık, dogmatiklik ve hatta slogancılık oluyor. Elbette ki yürekleri hayatın ve kavganın ortasında atmayanların, öfkeyi, kini, hesap sorma isteğini, adalet, eşitlik ve devrim özlemini anlamaları mümkün değildir.

Sözde solcudurlar ama radikal olmaktan, militan tavırlardan korkar ve çekinirler. Kendi kabuklarında yaşarlar. Halka yabancılaşmış, halka tepeden bakan bireyler durumundadırlar. En iyi yaptıkları, burjuva hümanizması ile olaylara yaklaşmaktır. Olayların özünü, sömürü ve zulmü ele almaz, hedef göstermeyen sözlerle, var olan duruma sadece gözyaşı dökerler. Kendi yaşamadıkları, hissetmedikleri acıların, yoklukların, baskı ve zorun dışarıdan edebiyatını yaparlar. Ama bu kendini giderek tüketen bir edebiyattır. Nitekim öyle de olmuş; taraf olmayı doğru devrimci bir ideoloji etrafında örgütlü olmayı reddettikleri için, bugün üretemez duruma düşmüşlerdir.

Suya sabuna dokunmayan, içerikte bireyi göklere çıkaran, biçimde ise popçulardan esinlendiği düzenlemelerle “değişik” ve “yeni” bir şeyler yakaladığını zanneden bu “sol etiketli” gruplar için artık yolun sonu da gelmiş durumdadır.

Disiplinsiz ve bohem yaşantıları, ahlaki-kültürel yozluk ve dejenerasyonları, uzlaşmacı, teslimiyetçi kafa yapıları ve yaşam biçimleriyle hem halkın hem de kurtuluş kavgasının uzağındadırlar. Halkın ve hayatın içinde değillerdir. Ne halkın direncinde, ne de sevdasında yer edinememişlerdir. İşçisi, memuru, gençliği, gecekondulusu ile hayatın hayatın her alanında halkla kucaklaşmayan ve bunu bir yaşam biçimi haline getiremeyen bu “sol etiketli” müzik grupları için gelinene aşamada tek çare, güncel olanı, rağbet edileni, piyasada “iş” yapanı tercih etmektedir.

Kafaları sadece kendi cepleri için çalışan tüccarlar durumuna gelmişlerdir. Halkın ve mücadelenin yarattığı değerlerine sahip çıkmamakta, asalak ve talancı zihniyetle yalnızca sömürüsünü yapmaktadır. Popülisttirler… Bu nedenle özünü savunmaz, bizzat kavgasını vermezler ama “iş” yapacağını, piyasada tercih edileceğini bildiklerinden “Sivas”ta yakılan aydınlar için türküler yakar ya da Mahir Çayan’ları, Deniz Gezmiş’leri, İbrahim Kaypakkaya’ları işleyen parçalar yaparlar.

İçeriğine bakmaksızın halk müziğinden herhangi bir türküyü kasetlerine alabiliyorlar. Kürtçe parçalara kasetlerinde yer verebiliyor, konserlerinde söyleyebiliyorlar. Ama yaptıkları sadece saydığımız tüm bu değerleri sömürmekten başka bir şey değildir. Aynı şeyi halk türküleri için de söyleyebiliriz. Burada da halk müziğine yoğunlaşan ilgiyi sömürüyorlar. Tek kelimeyle piyasacıdırlar, hepsi bu!

Coşkusuz söyleyişleriyle, ilerici, devrimci şairlerin şiirlerini de özünden uzaklaştıran, hatta özünü öldüren, bu sol etiketli müzik grupları, şimdilerde sadece “moda” olanla “iş” yapanla, piyasada rağbet edilenle uğraşıyor; yeri geliyor “Alevici”, yeri geliyor “yurtsever” olabiliyor, laf aramızda iyi de para kazanıyorlar.

Aslında, meselenin özü, bizzat hayatın içinde olunup olunmadığı sorunudur. Hayatın içinde olmak, halkın içinde olmak, onun haklı ve meşru kavgasının içinde olmak demektir. Hayatın içinde olmak, bir devrimci sanatçı için üretimin kaynağında olmak demektir.

İşte 1985’lerde Grup Yorum’un müzik faaliyetine başladığı dönemde ortaya çıkan ama bu gün esemesi dahi okunmayan “sol etiketli” müzik gruplarıyla Grup Yorum’un farkı buradadır. Önce “Grup Yorum”, daha sonra “Grup Ekin” ve “Özgürlük Türküsü”, kurulduktan bu güne dört duvar arasına hapsolmadılar. Halka soluk alıp verdiler. Acılarını, sevincini, coşkusunu, açlığını, yokluğunu, direnişini, kavgasını, öfkesini, kinini, hesap sorma isteğini paylaştılar.
Örgütlü mücadele içinde, örgütlü-militan bir sanatçı tipinin yaratıcısı oldular. Grevlerde, direnişlerde, gecekondu yıkımlarında, Zonguldak’ta, Paşabahçe’de, Gazi Ayaklanması’nda, Sibel Yalçın’ın cenazesini sahiplenmede, Nurtepe ve Okmeydanı’nda barikatlar ardında, hapishane direnişleriyle dayanışma eylemlerinde, evlatlarına sahip çıkan analarla omuz omuza oldular. Hayatın ve kavganın ortasında oldular hep. İşçilerden kamu emekçilerine, gençlikten yoksul gecekondu halkına, hapishanelerdeki devrimci tutsaklardan, ülkemizin dağlarındaki gerillalara, şehirde kırda savaşan halk kurtuluş savaşçılarına kadar hayatın her alanı hayat damarı oldu Grup Yorum için.

Grup Yorum, Grup Ekin ve diğer örgütlü sanatçılar, her şeyden önce devrimci, sonra sanatçı oldular. Her koşulda hiçbir fedakarlıktan kaçınmadan örgütlü mücadeleyi sürdürdüler. Halkın acılarını izleyen, gözlemleyen değil, bizzat halkın içinde yaşayan ve iliklerinde hisseden oldular. Bu nedenle şarkıları, türküleri, marşları hep sıcak, hep tanıdık geldi halka. Sade, yalın ve anlaşılır bir dille, lafı eveleyip gevelemeden, açıkça söylediler. Halkın diliyle konuşmayı ilke edindiler. Disiplinli, titiz ve araştırmacı oldular. Halkın tarihini, isyanlarla örülü geçmişini özenle ele aldılar. Anadolu halklarının kültürel mirası içerisinden hastalıklı ve geri unsurları, öğeleri ayıklama becerisini gösterdiler.

Bütün baskılara, yasaklamalara, gözaltı, işkence ve tutuklamalara, cezalarla yıldırma girişimlerine rağmen inanç ve kararlılıklarından hiç bir şey kaybetmediler. Aksine inanç ve kararlılık, savaşma azmi aşıladılar kitlelere. Sınıf kinini, öfkeyi, hesap sorma ve adalet isteğini perçinlediler. Acıyı, yoksulluğu dramatize ettiler belki ama onlardan kurtuluş yolunu da gösterdiler. Yasaklara rağmen devrimci yaratıcılıkla, gözü peklik ve kararlılıkla, düşmana inat onbinlerle buluştular. Kimi zaman bir grevde direnişte fabrika önünde, kimi zaman bir gecekondu mahallesinde, kimi zaman bir mitingde, yürüyüşte ya da gençliğin bir forumunda boykot eylemlerindeydiler.

Panzerlerin, eli silahlı binlerce polisin gözleri önünde kararlı haykırışlarına devam ettiler hep… “Omuzdan tutun beni / halaya katın beni” dediler, “Günün sancısı var / şafağın çağrısı var / zaferin müjdesi var” dediler, “Cesaret, cesaret daha fazla cesaret / Kurtuluş mutlaka ellerimizde” dediler... Susmadılar hiç.

Grup Yorum ve Grup Ekin’in üretim süreçlerinin bütününde eserlerine devrimci bir bilinç yön vermiş, yaşanılan sürecin özgünlüklerini ve ihtiyaçlarını dikkate alan ürünler çıkarmışlardır ortaya. “sol etiketli” müzik grupları birer mirasyedi olarak devrimci değerleri çarçur eder ve sömürürken, onlar devrimci değerlerin ısrarlı savunucuları olmuşlardır. Sorun, diğerleri gibi salt devrimci yükselişin olduğu dönemlerde üst perdeden konuşma, çalma, söyleme sorunu değildir. En zor koşullarda dahi halka ve devrime kıskançlıkla sahip çıkma sorunudur. Bu da ancak doğru ve devrimci bir ideolojiye sahip olmakla mümkündür.
Grup Yorum, Grup Ekin, Özgürlük Türküsü ve diğer örgütlü sanatçılarımız doğru, devrimci ideolojileri, örgütlü yaşamları ve mücadele pratikleriyle devrimin müziğini yapmaktadırlar.
Sol etiketli gruplar, belki bir dönem devrimci değerlerden güç aldılar. Ama örgütsüz, disiplinsiz, elit halka yabancı ve yozlaşan yaşamlarla bu değerleri sıradanlaştırdılar. Ne kendilerine özgü bir sanat dilleri, nede estetik kaygıları oldu. İşledikleri konuları, kendilerine benzettiler ve topyekun değersizleştiler.
Türküden destana, marştan enstrümantale kadar bir çok değişik formu kullanabilen Grup Yorum, kendisine haz bir tarz yaratmış, kendisinden sonra gelenler için de bu anlamda somut bir örnek olmuştur.

Devrimci sançtılar olarak onlar, haklı ve meşru bir davanın savunucusu olduklarını da açıklıkla ortaya koymuşlardır. Silahlı mücadelenin ve devrimin meşruluğunu savunan ve bunu eserlerine konu yapan Grup Yorum, bir kez daha vurgulanmalıdır ki, devrimin müziğini yapmaktadır. “Cemo” adlı kasetinde; “Alnında yıldızlı bere / elinde mavzeriyle
çıkıp Dersim dağlarında / türkü söylemek var ya…” diyen Grup Yorum, bugün de
“Bilek var vuruşmaya / soluk var harcanmaya / cephe var savaşmaya / zafer yakında” demekte, çok açık bir biçimde Anadolu halklarına kurtuluşun yolunu göstermektedir.
“Ekmekten sevdaya” hayatı ve halkı ilgilendiren her konuyu ele almaktadır Grup Yorum. Ele almakta, çözümlemekte, açıkça hedef göstermektedir. Sözlerinde ağdalı, anlaşılmaz imgeler ya da belirsizlik yoktur. Yakınma, umutsuzluk, karamsarlık, sızlanma ya da bunalım yoktur.
“Hakkın ara sor da gel / çadırları kur da gel / düğün olsun grevler / davullara vur da gel” der ve başka da bir söze gerek bırakmaz Grup Yorum.

İçerikte olduğu gibi biçimde de giderek yetkinleşen ve ustalaşan Grup Yorum, batı enstrümanlarını kullanır, çok sesli düzenlemeler ve koral söyleyişi kullanır, ama tüm eserleri buram buram Anadolu kokmaktadır.

Sol etiketli müzik gruplarının sözde “ çağı yakalamak”, “çağdaş olmak” adına salt biçimde keşfettiği birtakım “yenilikler”, Grup Yorum için “yeni” olmamıştır hiçbir zaman “solculuk” bu da değil üstelik. Halkın sorunlarına, güncel gelişmelere duyarsız olanın çağı yakaladığı iddia edilebilir mi?

Daha bugünden ölümsüz eserler yaratan Grup Yorum ve Grup Ekin’in devrimci yaratıcılığının ve üreticiliğinin sırrı, hayatın ve kurtuluş kavgasının içinde kanlarının son damlasına dek dövüşen ve destansı direnişler yaratarak ölümsüzleşenlerin soyundan; türkü söyler gibi dövüşen, ölürken de “erkekçe” türkü söyleyenlerin soyundan geliyor oluşlarıdır.
Şimdi son sözleri, Şilili ozan Viktor Jara söylesin. Çünkü bu sözler, baçından itibaren söylediklerimizin özü, özeti gibidir.” Sol etiketli” olan, ama özü itibariyle “cellâtların, paranın ve egemenlerin” değirmenine su taşıyanlarla, “yepyeni yarınlar için çarpışan halkın” sesi olanları bu sözler net olarak ifade ediyor:

“Türkü söyleme aşkımdan ya da sesimi dinletmek için değil bunca türkü söylemem. Benim namuslu gitarımın sesi dünyanın yüreğinden çıkar, kutsal su gibi şefkatli, bir güvercin gibi uçar… Benim gitarım okşar öleni ve yiğidi, Violetta Parra’nın dediği gibi o, pırıl pırıl ve bahar kokan bir işçidir! O cellâtların, paranın ve egemenliğin değil, yepyeni yarınlar için çarpışan halkımın gitarıdır… Çünkü her türkü kendi yürek ayışları gücünce anlamlıdır. Ve o türkü, ancak ölürken de erkekçe türkü söyleyenindir: Ben, pohpohlanmak yada turistler içlensin diye değil, bir uzun şerit gibi olan ülkem için söylüyorum, daracık ama sonsuza dek derin…”

2004.10.26

1900'den 2000'e Müziğin Serüveni

1900'den 2000'e Müziğin Serüveni
Geçtiğimiz yüzyıl müzikal olarak değişimin hızlı yaşandığı bir yüzyıl oldu. Teknolojik gelişim bir yandan müziğe etkisini gösterirken bir diğer yandan da toplumsal olaylar müziğin şekillenişini belirliyordu.

Ülkemizde ve dünyada yaşanan ulusak bağımsızlık savaşlarından 1 ve 2. emperyalist paylaşım savaşları’na Sovyetler Birliği’yle başlayan ve dünyanın birçok ülkesine yayılan sosyalist devrimlerden, emperyalizme karşı yükseltilen mücadelenin yaygınlaşmasına, faşizmin kitlesel katliamlarından sanayinin gelişmesine kadar dünyanın çehresini değiştiren ona yeni bir sima getiren olayların müziğe etkisi incelemeye değerdir. Gerek teknik gerekse içerik olarak bu olaylardan etkilenen müziğin seyri de, alabildiğine hızlı olmuştur. Bu değişimi takip etmek ise oldukça güçtür. Kuşkusuz ele alınacak her konu üzerine sayfalar dolusu yazmak mümkündür. Her biri ayrı ayrı incelemeye değerdir. Ancak her şeye karşın genel hatlarıyla da olsa ülkemizde ve dünyada müzikal akımlara, öne çıkan yönlerine bir bakalım. Dünyada ve Türkiye’de müzikal değişimler, gelişlimler, beğeniler, moda olan akımlar, hatta son dönemin tabiriyle “hit” olanları hafızamızda tekrar tazeleyelim.

OSMANLI CAN ÇEKİŞİYOR

Osmanlı’nın son dönemleri güçsüz, zayıf olduğu yıllardır. Çözümsüz sorunlar dağlar kadardır. Ardı ardına patlayan ulusal bağımsızlık savaşları, Balkanlar’da yaşayan halkların bağımsızlıklarını kazanmasıyla son bulur. Böyle bir dönemden daha da yıpranmış olarak çıkan Osmanlı, çözümsüzlüğün içine daha da girer.

Bu bataktan kurtulmak için çözüm yollarını arayan dönemin aydınları kurtuluşu batıya açılmakta aramaktadırlar.

Özellikle Tanzimat’ın ilanı olan 1839’dan sonra daha çok Fransız kültürü ve dilinin etkisinde kalınması yeni bir yaşam şekli yaratmayı getirir. Artık en gözde dil Fransızca’dır. Yaygın olarak edebiyatta etkisini gösteren Fransızca, şarkılarla da, o günlerin Osmanlı’sına taşınmaktadır. Ancak bu değişim tüm Osmanlı toprakları içinde geçerli değildir. Osmanlı’nın genel yapısında olan İstanbul ve Anadolu ayrımı kültürel ve yaşam biçimiyle de ciddi farklılıklar göstermektedir. Adeta, İstanbul surları içinde, ayrı bir dünyada yer almaktadır. Anadolu ile var olan kültürel bağlar saray iradesi tarafından koparılmış, onun yerine sağlam temeller üzerine yükselmeyen, dışarıda alınarak, kalıp haline getirilen ve dayatılan bir yaşam tarzı, kültürel şekillenme hakim kılınmıştır.

Tanzimat’ın ilanı ile dönemin padişahları, 2. Mahmut ve Abdülmecit demokratik ve kısmi haklar vermek zorunda kalmıştır.(Daha doğrusu bu verilen demokratik haklar o dönem Pera’da yaşayan azınlıklara olmuştur. Nitekim Türklere tiyatro vb. olanak bile yasaktır.) Bunun sonuçları ise dış dünyaya açılım şeklinde somutlanmıştır. Daha doğrusu dış dünyanın yani Avrupa’nın ekonomik, kültürel şekillenmesi, saray çevresinde saygınlık kazanmıştır. Bu yıllarda ilericilik misyonu yüklenen bu değişim daha çok toplumu üst tabakalarında özenti niteliğinde hâkimiyet kurmuştur. Salon toplantıları, nazenin, politik, dış dünya üzerine yapılan sohbetler Fransızca şarkılar eşliğinde tamamlanmaktadır. Osmanlı’nın son dönemlerinde var olan bu anlayış Cumhuriyet’in ilk yıllarında da kendini korumuştur.

Bu günlerde Anadolu köyleri, kentleri ise adeta kendi yalnızlığına terkedilmiştir. Anadolu sadece İstanbul ve saray çevresini beslediği oranda hatırlanmaktadır. Bütün her şey İstanbul, saray ve çevresi içindir. Ancak bununla birlikte bir boyutu daha vardır ki, Anadolu İstanbul’a göre daha yavaş bir kültürel-tabii müzikal de değişim yaşasa da Avrupa’nın hâkimiyet kurmaya yönelik girişimlerine karşı kendini korumasını bilmiştir. Gelişimini daha sonraki yıllara bırakarak müzikal yapısını ozanlar geleneğiyle dilde dile aktarmış, halkın içinde, sağlam bir kültürel müzikal temeller korumuştur. Yani gelişmeye açık, özü sağlam olan güçlü temeller. Elbette bu temeller, daha sonraki yıllarda üzerine inşa edilecek yapının mimarlarını bekleyecektir. Ancak Cumhuriyet’in ilanı ve daha sonraki yıllarda bu yönde açılımlar sağlayacak politikalar üretilemeyecektir. Gerek bilinçli gerekse politikasızlıktan dolayı Anadolu’nun saf ve zengin müzikal zenginliğinin bütünü açığa çıkartılamayacaktır.
Ulusal bağımsızlık savaşı’nın organlarının oluşturduğu ve işgalci batı kuvvetlerine karşı savunma ve saldırı hattının kurulduğu yıllar büyük bedeller gerektirmekteydi. Halkın evlatları bu savaşta canlarını verirken geride kalanlar acılarını bağırlarına basıp düşenlerin yerlerini dolduruyordu. Anadolu yanmış, yıkılmış, halk kan ağlıyordu. Acılar içerisinde yitirilen oğullar, kızlar…

1. Paylaşım Savaşı’nın sonlarına doğru yaşanan Çanakkale savaşı ve ardından memleketin işgal edilmesi üzerine başlatılan Ulusal Bağımsızlık Savaşı’nda çekilen acıları tüm Anadolu halkları omuzlamıştır. Ve bu acıları omuzlayan halklar kendi dilince, üslubunca bu yılları türkülerine taşımıştır.

Anadolu’nun her yerinde ardı ardına yakılan türküler, sefere giden-seferden gelen, göç eden halk veya Anadolu’yu dolaşan ozanlar tarafından diğer yörelerdeki halkın yanı başına taşınmıştır. Ve bu türküler dilden dile, kulaktan kulağa bu günlere kadar gelmiştir.

Çanakkale içinde aynalı çarşı
Ana ben gidiyom düşmana karşı

Dizeleriyle başlayan Kastamonu türküsü buna örnektir. Çanakkale savaşına giden Kastamonulu bir gencin o günlerini dile getirmiştir. Yine ulusal bağımsızlık savaşı yıllarında bu günleri dile getiren, savaşın kahramanlarını anlatan çok türküler vardır.

Eğilmez başın gibi / Gökler bulutlu efem
Dağlar yoldaşın gibi / Sana ne mutlu efem…

İŞÇİLER İKTİDARDA

Anadolu bu günleri yaşarken, dünya da 1. paylaşım savaşının yoğunluğunu üzerinden atmaya çalışıyordu. Savaşın sonunda hepsi kaybetmişti. Kazanan, karlı çıkan yoktu. her şeyden önemlisi ise bir yandan savaş tüm heybetiyle sürerken hiçte tahmin etmedikleri bir şey olmuştu. Rusya’da büyük proleter devrim gerçekleşmişti. İşçiler Rusya’nın kalbini 1907 Ekim’inde ele geçirmişlerdi. Artık bu topraklarda yeni bir ekonomik sistem, kültürel şekillenme hayat buluyordu.

Tabi Amerika ve Avrupa devletleri bu durumlardan hiçte hoşnut değildi, ancak ellerinden de bir şey gelmiyordu. Kendi aralarındaki ekonomik çıkar kavgası sırasında dünya’nın büyük bir parçasını ellerinden kaçırmışlardı. Tüm bunlarla birlikte daha da önemlisi, kurulan Sosyalist sistemin daha sonraki yıllarda ne kadar yaygınlaşacağını kestiremiyorlardı. Sovyet Rusya’da kurulan Sosyalist ekonomi ve yaşam biçimi her alanda olduğu gibi sanat ve müzik alanında da yepyeni bir çıkış yaptı.

25 Ekim 1917 akşamı Şafak kruvazörü, Petersburg yazlık sarayını topa tutarken, Şalyapin, Narodni Dom’da, Verdi’nin “ Don Carlos” operasının Felipe 2 rolünü oynuyordu.
Kendisinin de anlattığı gibi patlamalar çok yakından duyulmak, figüranlar ve korocular kulise kaçışmaktaydı. Nereye kaçtığını bilmeyen seyirciler salonda kalmış; ancak birkaçı dışarı çıkabilmiş ve geri dönerek tehlikeli bir durum olmadığını, otobüslerin ters yöne düştüğünü söylemişti. Bunun üzerine top sesleri arasında gösteri yeniden başlamıştı.
“Ertesi gün hiçbirşey olmamış gibi gösteriler devam etti...”

Devrim için girişilen ayaklanmanın zafer gününe kadar Rusya’da devam eden müzik gösterileri devrimden hemen sonra da gündemde kaldı. Ancak bir farkla. Artık sanatta, her şeyde olduğu gibi bir avuç ayrıcalıklı kesimin değil, tüm halkın olacaktır.

“Besteci Aleksandr Greçaninov, Moskova’nın çeşitli semtlerinde ders amaçlı resitaller verdiğini anlatır; ders aralarında sanatçılar ringa balığı ile siyah, savaş yılları ekmeğinden oluşan yemekle teşvik ediliyorlarmış; armağan olarak evlerine un, bal ve ara sıra küçük, bir parça şeker ve çikolata götürüyorlarmış.”

Müziğin halkın tüm kesimlerine götürülmesinin çabalandığı yıllardır bu dönem. Yepyeni bir ülkeyi yapılandırmanın zorlukları da vardır elbette. İlk dönemlerde Lunaçarski’nin sorumluluğunda olan Kamu Eğitimi için Halk Komiserliği’nin örgütlenmesiyle her yerde orkestralar çoğalır ve bunların görev alanları genişletilir. Flarmoni orkestrası kurulur. Daha sonraları ise orkestralar çoğalır.

Zor koşullarda geçen 1918- ’19 kışında, sadece Petersburg Devlet Orkestrası 96 konser verir. Bunlar sadece verilen büyük konserlerdir. Bunun yanında okullarda vb. verilen konserler de çokçadır. Bu sırada oluşan, müzisyen gereksinimi ise açılan konservatuarlar tarafından karşılanır. Kısacası sosyalist çalışma sistemi çerçevesinde atılan adımlar sayesinde bu dönem tam bir “kültür patlaması olarak tanımlanır.”

Genç Sovyetler Birliği’nin kültür sanat politikalarında yaptığı değişim elbette müzikal değişimi de beraberinde getirir. Özellikle ülke topraklarında yaşayan, çarlık döneminde tam bir sömürü ağı içersinde bulunan ve müzikal olarak gelişimini yapamayan ülkeler de bir hareketlenme gözlenir.

Sovyetler içersinde bulunan halkların müziklerini geliştirmeleri için her türlü olanaklar sağlanır ve bu sayede varolan yerel müzikler evrensel normlara kavuşturulmaya çalışılır.
Güçlü müzikal çalışmalara ağırlık verilir. Bu yönden yapınla çalışmaların önleri açılır. Daha sonraki yıllarda bu konuda oldukça olumlu sonuçlar alınır. Kızılordu korosu buna örnek niteliktedir.

Ülke içersinde yürütülen müzikal çalışmaların yanı sıra, kurulan sistemin politik olarak dünyaya yansıması pek çok ülkede müziğe yepyeni bir bakış açısı getirir. Çeşitli ülkelerde yürütülen devrimci mücadeleler gerek müzik politikası, gerekse müziğin, sürdürülen mücadeledeki moral motivasyon boyutuyla, kendi ülkelerine has tarzlarla kimi akımların öne çıkmasını sağlar. İçerik olarak daha toplumsal yapıların oluşmasını sağlar.

CUMHURİYET İLAN EDİLİYOR

Genç Sovyetler Birliği’nde durum böyleydi. Yeni bir yapılanmaya giren ülke o güne kadar hayata geçirilmemiş olan bir bakış açısıyla, sosyalizmle müziğe yön veriyordu.

Türkiye’de aynı dönemlerde, Meclisin kurulması ve ardından Cumhuriyetin ilanıyla birlikte büyük bir yükün altına girmişti. Yıkık bir ülke, onarılması gereken büyük yaralar vardı. Ancak yine onarılacak yer İstanbul olacaktı. Osmanlı’dan devralınan bakış açısı kısmi değişikliklerle devam etmekteydi. Anadolu yine ikinci planda, İstanbul merkezdeydi. Tabi bunun yanında yeni başkent, Ankara yapılanması gereken öncelikli yerlerdendi.

Fransızca parçalar yine en gözde şarkılardı. Cumhuriyetle birlikte hız kazanan ve merkeze oturan batıyla bütünleşme çabaları bunu daha çok elverişli kılıyordu.

Ayrıca, yine bu dönemde, eski İstanbulluların, Rumların yaygın olarak yaptıkları kantolar henüz kendini korumaktaydı. Daha sonraki yıllar ise unutulmaya yüz tutan kantolar, hızlı bir azalma göstererek bu gün tamamen ortadan kalkmıştır.

Hareketli bir şarkı eşliğinde yapılan dans olan kantolar, Beyoğlu, eski adıyla Pera ve çevresinde sunulmaktadır.

Osmanlı’da ağırlıklı olarak saray ve çevresinde çalınan, söylenen dinlenen Klasik Türk Sanat Müziği tek sesli yapısını kısmen değiştirerek batının etkisiyle çok sesli bir yapıya yakınlaşmaya başladı.

Osmanlı imparatorluğu’nun son dönemlerinde var olan çok sesli müzik çalışmaları adeta saray tekelinde bulunmaktaydı. Bu dönemde pek çok aydın’ın çok sesli müzikle ilgisi Beyoğlu ve Şehzadebaşı gösterileriyle sınırlıydı. Daha sonra savaşlar ve türlü ekonomik bunalımlar yüzünden bu ilgide giderek söndü. Cumhuriyet sonrasında atılan yeni adımlar ise çok sesli Türk Sanat Müziği’nin önünü açtı. O dönem Osmanlı’da kalan tek, çoksesli müzik topluluğu “Makamı Hilafet Mızıkası” 1924’te Ankara’ya getirilerek adı “Riyaset’i Cumhur Filarmoni Orkestrası”na dönüştürülmüştür. Ve bu orkestra düzenlü olarak konserler vermeye başlamıştır.

Aynı yıllarda, Ankara’da Musiki Muallim Mektebi kurulur. İstanbul’da da tek sesli müzik eğitimi yapan “ Darültalimi Musiki”nin çoksesli müziğe de yönelmesi gerçekleşir. Bu okullarda, öğretmen yetiştirmek amacıyla açılan sınavlarda başarı gösteren gençlerin Avrupa ülkelerine gönderilmelerine de bu yıllarda başlanmıştır.

Batı ülkelerinde eğitimlerini tamamlayan besteciler 1930’da sonra yurda dönmeye başlar. 1938’de “ Ankara Devlet Konservatuvarı” kurulur. Bunun yanında Musiki Muallim Mektebi, Gazi Eğitim Enstütüsüne bağlanır.

Ülkedeki çok sesli müzik çalışmaları böyle sürerken, Klasik Türk Sanat Müziği de kendi içersinde gelişmeler sağlamaktadır.

Özellikle 1900’lerin başlarında, bu konuda yapılan çalışmalar Klasik Türk Müziği kuramı ve ses sisteminin gelişmesinde katkılar sunmaktadır. Bu yıllarda, Şeyh Celaleddin dede ve Şeyh Ataullah Efendinin çabaları görülmektedir. Şeyh Hüseyin Fahrettin Dede’nin de buna katılmasıyla birlikte bu üçlü grup, Rauf Yekta, Suphi Ezgi ve Hüseyin Saadettin Arel gibi üç gözde öğrencilerini Klasik Türk Sanat Müziği’nin kuramını oluşturma yolunda yönlendirmişlerdir.

Hüseyin Saadettin Arel, 1 Temmuz 1948 tarihli Musiki Mecmuası’nda 498 Türk Sanat Müziği makamının adını belirlemiştir. Bunları pek çoğunun bugün örneği bile kalmamış, bir çoğu unutulmuş, büyük bir bölümü de kullanılmaz olmuştur. Günümüzde kullanılan makamaların sayısı ise 100’ü geçmez.

Sanat Müziği’nin teorisinin yazılması yönünde atılan adımlar daha sonra da devam etmiştir. Rauf Yekta Bey’in, Klasik Türk Sanat Müziği bilgisini kitaplaştırmasının ardından Suphi Ezgi’nin ”Nazari ve Ameli Türk Musikisi” adlı beş ciltlik büyük yapıtı örnek olarak sunulabilir. Hüseyin Saadettin Arel ise bu dönemde, sanat müziğinin önde gelenleri olarak tanımlanabilecek öğrenciler yetiştirmiştir.

1942’de Arel’in öğrencisi Ercüment Berker, İÜ korosunda, hocasının yöntem ve sistemlerini uygulamıştır. 1976’da gene Arel’in doğrudan yada dolaylı öğrencilerinden olan Ercüment Berker, Alaaddin Yavaşça, Cüneyt Orhon, Cavit Atasoy, Necdet Varol vb. İstanbul Türk Musikisi Devlet Konservatuarı’nın kuruluşunu gerçekleştirirler. Ancak bundan sonraki yıllarda atılan adımlar ve konservatuvarlar temelinde yükselen çalışmalar ciddi bir yükseliş gösterememiştir. Geçmişten bugüne yaratılan güçlü eserlere sahip çıkıp yaygınlaştırılmamıştır. Devlet tekelinde yapılan çalışmalar bilinçli, dar bir bakış açısını getirmiştir. Daha sonraları ise canlı, hareketli, renkli akımlara, popiler müziğe yenik düşmüştür.

FAŞİZM SANATI ESİR ALMAYA ÇALIŞIYOR

1929 yılında Mussolini ve faşist partisi tarafından yükseltilen faşist hareket İtalya’da tüm kontrolü ele almaktadır. Yaşamın her jesiminde olduğu gibi müzikte’de bir değişim gözlenmekte, müzisyenlerde birer birer denetime girmektedir. Onlarda faşist politikaları dile getirmektedir.

Bu politikaya, kimi İtalyan müzisyenler çıkar anlayışıyla göz yumarken, kimileri ise yükselen faşist akımla bire bir bütünleşmeye çalışmaktadır. İşte bu günlerde, bu akımın peşinden giden kesimler rakiplerini “enternasyonalci”, “Anti-İtalyan” ve daha ileri giderek “ahlaksız” ilan etmektedir.

1929 yılında faşist müzisyenler sendikası’nın temsilcisi olarak İtalyan Parlamentosu’na giren Adriano Rauldi kendi politikalarının dışında yol alan müziğe karşı ciltler dolusu uluslar arası komplo belgeleri derliyordu. Savunulan tezde öne sürülen, karşıt görüşteki kutbun anlayışı “ çirkinlik, nahoşluk ve geçmişte eşi görülmemiş bir terbiyesizlikten esinlenmiş”, “ kaba ve edep kurallarına aykırı” diye tanımlamaktadır. Bu ifadeler, daha sonra anlaşılacağı gibi Mussolini rejimin Katolik Kilisesi’yle ittifaka girmesinin ilk adımı olmaktadır.

Politikalarını hayata geçirmede müzik faaliyetlerini çok iyi kullanan Mussolini ilerleyen yıllarda ülkeyi tamamen avucunun içine almaktadır. Hiçbir şey onun denetiminden kurtulamamalıdır. Onun için “gösteri müfettişliği” kurulur ve müzik faaliyetleri de onun yönetimine bırakılır. 2 Ekim 1935 tarihli Corriera Della Sera, yetkili eleştirmeninin imzasıyla yayınlanan metinde, alınan bu kararın “İtalyan santçılarının uzun süredir ortaya koydukları dilekleri yerine getirdiğini” yazıyordu. Üç ay sonra da (3 Şubat 1936), “lirik ve müzikal sezonların kamu kuruluşlarınca yönetilmesini öngören yasa gücünde bir kararname”yle süreç tamamlandı.

Faşist bürokraside iktidar mevkilerinin ve akademi kürsülerinin ele geçirilmesi için girişilen mücadele yeni bir şiddet kararıdır. Faşist politika kötüleri en iyi mevkilerde görevlendirir. Elbette onun için önemli olan müzisyenlerin kendi politikası çerçevesinde hareket etmesidir. Bu politika doğrultusunda Yahudilerin yaptığı müziğin repertuarlardan ayıklanması ise tam bir müzik yoksulluğuna yol açar.

Serbest meslek sahipleri ve sanatçılar faşist konfederasyonu başkanı, 13 Ocak 1944’te bazı Romalı bestecilere şu mektubu gönderir: “Pek değerli dostum, İtalyan faşist Cumhuriyeti için bir ulusal marş bestelenmesi konusunda, kendimce belirlenmiş birkaç besteci arasında bir yarışma açılması görevi yüksek makamlarca bana verildi. Ayrıca, bunun yanında bir marşta bestelenecektir.”

Besteci isterse adı tam bir gizlilik içinde tutulacaktır.

Bu yaklaşım tarzı, müzisyenleri, faşizmin suç ortaklığına teşvik niteliğinde değerlendirilebilir. Ancak her şeye karşın tabii ki bu mektuba yanıt verenlerde oldu. Hem de adının gizlenmesine bile gerek duymadan. Örnek niteliğinde olabilecek Cumhuriyet marşı, Ennio Porrio’nun imzasını taşır. Ayrıca Ballila Pratella da “ kara kıtalar” için başka bir marş yazmıştır.

FAŞİZM NAZİ ALMANYA’SINDA KENDİNİ GÖSTERİYOR.

Faşist kültür politikası’nın İtalya’da ağır ağır ilerleyişinin aksine Nazi Almanya’sında bu süreç, oldukça hızlı ve radikal bir biçimde oldu. Anarşistler ve Komünistler kurulu, düzene başkaldırmış Brecht, Kaiser, Toller gibi yazarlar, Grosz ve Otto Dix gibi ressamlar, Weil ve Hindenüht gibi müzikçiler, eski toplum ve resmi sanata karşı sürdürülen savaşta bir araya gelmiştir.Bu dönemde pek çok sanatçı faşist örgütlenmeyle mücadele etmek için aynı safta birleşir. Hitler iktidara geldiğinde ise bu karşıt tutumlar iyiden iyiye saflarını belirginleştirir. Yani, Nazi diktatörlüğüne karşı, hem yeni hem de özgür bir sanat için savaşanlar da vardır.Bu nedenlerden dolayı, safkan Alman ırkının “huzur”a kavuşması için derhal “Bolşevik sanat şeytanları”ndan kurtulunmalıdır. Bu dönemde Nazizm karşıtı sanatsal faliyetlerin tümü “soysuzlaşmış sanat “olarak tanımlanır. Hitler Nazizmi, bu sanata Yahudi damgası vurmaktadır.”safkan Almanlar” “sağlıklı” sanatına tekrar dönmelidir. Bu çaba içerisinde kimi klasikler, özellikle de Wagner, ırkçı kurumların ve büyük Almanya’nın yücelmesi için, yeni düzenin ilahı olarak tanımlanır. Hitler, Bayreuth’a giderken, Nasyonal Sosyalist Almanya’yı tanımak isteyen herkes Wagner’i tanımalıdır” demektedir. Burjuvalar artık tatmin olmuşlardır. Artık Wagner’le ruhlarını dinlendireceklerdir. Halka gelince ise, o da Welin’in “berbat” şarkılarının yerine, demir ökçeli çizmelerin ritmine uygun askeri marşları dinleyeceklerdir. Bu düzene katılmayana da Almanya’da yer yoktur.

Nazizm bütün sanata kuruluşlarına bir çırpıda el koyar. “Ulusal anlayışa uygun olduğunu” kanıtlayamayan ya da “siyasi ırkçı görüşü benimsemeyen”, müzisyenler derhal uzaklaştırılır. Baş eğmeyen Yahudiler ve Nazizm yanlısı olmayan müzisyenler orkestra’da ve konservatuardan atılır. Konser düzenleyicilerinin eline de “Lexikon der junden in der musik” yani, “Musevi besteci ve çalgıcılar sözlüğü” verilir.

AYDINLAR GÖÇÜ:

Bir ortamda, Yahudi olsun olmasın, Almanlar da dahil olmakla birlikte, müzisyenler büyük “aydın göçü”ne katılırlar. Arnıld Schoenberg, Kurt Weil, Hans Eisler, Paul Hindermith, Adolf Bush, Rudolf Serkin, Lotte Lehman, Marlene Dietrich, Bruno Walter, Kleiber, Klemperer Reinhadt; besteciler, solistler, orkestra yöneticileri birbiri ardına yola çıkarlar. Aynı zamanda, dünyanın bütün ünlü müzikçileri Almanya’da konser vermeyi reddederler. Casals, Huberman, Kreisler, Menuhin, Piattigorski, Thibaud, Toscanini Nazi barbarlığını açıkça kınayarak, çağrılara olumsuz yanıtlar verirler. Thomas Mann’ın açıkça belirttiği gibi “çevrede şimdi bildiğimiz şeyler olup biterken, Almanya’da kültür yapmak olanak dışıydı, buna izin verilmiyordu” müzikal gelişimi sağlamaya çabalayan Nazi politikaları aslında bu olanağın önünü kendi elleriyle kapatıyordu. Kendi çabalarıyla müzikal gelişimi sağlayabilmesi de dünya görüşü ve bakış açısı nedeniyle mümkün değildi. Dönemin Propaganda bakanı Geobbles ise boş yere “zamanın büyük dehalarını” beklemekteydi. Oysa böyle dehalar Nazi Almanya’sında henüz ortaya çıkmamıştı, hiçbir zaman da çıkmayacaktı. Müzik geleneğinin böyle zengin olduğu bir ülkede, tek sessiz dönem olarak bu günler gösterilebilir. Carl Orff’un “Carmina Bruna”sı ise daha iyisi olmadığından, popüler beğenisi nedeniyle “Alman operası” olarak benimsenir.

HALK TÜRKÜLERİ AÇMAZDA: TRT

1950’lerin başlarına geldiğimizde Amerika’da Rock and Roll rüzgarları esmekteydi. Gençler Rock and Roll’la coşuyor, büyük konser salonlarını dolduruyordu. Kendine has dansları ise ayrıca ilgi çeken yönü oluyordu. Rock And Roll kendisiyle birlikte Elvis Presley’i de ilahlaştırıyordu. Artık dünyada Elvis kasırgası esmekteydi. ’50’lerin sonlarıyla birlikte Avrupa^ya açılan, ardından da tüm dünyaya yayılan Rock and Roll, 60’ların ortalarında Beatles’i tanıdı. Ve Beatles bu dönemde yaygınlaşarak, unutulmazlar arasına girdi. Gençler arasında büyük beğeni toplayan Beatles, “Rock” da “devrim gerçekleştirildi” diye tanımlandı. Artık, milyonlarca genç, giyimleriyle, saç modelleriyle Beatles’in üyelerini taklit ediyor onlar gibi olamaya çabalıyordu. Ancak tüm bunlarla birlikte bu dönemde öne çıkan “blues” ve “rock”ın doğası gereği isyancı bir içeriği bünyesinde barındıran ne Evlis’ti ne de Beatles. Ve bu dönem “rock” ve “blues”ın gözde isimleri, bu müziği kendine has içeriğiyle yorumlayanlar Cecil Sharp, Muddy Waters, Woody Guthrie, Bob Dylan, pete Sieger, gibi isimlerdi.

Bu müzik türünün gelişmesinin nedeni ise sanayinin ve teknik ilerlemenin bir ürünü oluyordu. Dünyada gelişen sanayileşme müzikal değişimi de beraberinde getiriyordu. Bu yıllardan itibaren yaygınlaşan “rock” sanayinin müziğe etkisi olarak nitelendirilmelidir. “Blues” ve “Raggy” yi de böyle değerlendirmek gerekir.

Dünyada bunlar olurken, peki Türkiye’de neler oluyordu?

Türkiye teknolojik gelişimi geriden de olsa takip etmeye çalışıyordu.60’ların ortalarına gelirken ilke henüz televizyonla tanışmamıştı. Anadolu televizyondan habersiz, hala onu tanımıyordu.

Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren radyo yayınlarını dinleme şansına erişen Anadolu insanı ancak,60’ların sonlarına doğru televizyona kavuştu.

Önceleri haftada üç gün ve belli saatler arasında yayın yapan TRT ancak 71’de bütün ülkeye yayın yapabilecek adımları attı. Ve aşamalı olarak, 70’lerin sonlarına doğru yayın saatlerini genişletti.

Bu yıllardan itibaren ülkenin ilk ve tek televizyonu olma şansı kullanmaya başladı. Artık TRT medya’nın tek hakimiydi. Sınırlı saatler arasında yayın yapmasına karşın alternatifi olmaması nedeniyle gündemi belirleme şansına erişti.

Televizyonun, ailenin bir ferdi olması da işte bu yıllarda başladı. Ancak televizyonun hakimi TRT müzik açısından ailenin muhafazakar çocuğu oldu. Tabii yıllar ilerledikçe de bu, ailenin muhafazakâr efendisine dönüştü.

Halkın kültürel-sosyal gelişimini gözardı eden ve bu bakış açısıyla politikalar üreten TRT, önceleri halk türkülerinin derlenmesi ve yayınlar yoluyla geniş kesimlere ulaştırılması gibi olumlu adımlar atmasına karşın bir süre sonra yerini muhafazakâr bir yapıya ve tekdüzeliğe bıraktı. TRT’nin muhafazakâr kafa yapısı türkülerin çok sesli yorumlanması kesinlikle reddediliyordu. Bu yönde çalışmalar yapanlara ise, saldırganca tavırlar sergiliyor, onları dışlıyordu. Türkülere tabu gibi yaklaşıyor, türkülerdeki değişime kesinlikle karşı çıkıyordu. Oysa kendisinin de bildiği gibi o türküler TRT’nin eline geçene kadar sürekli değişiyor, zamana ayak uyduruyor, durmak bilmiyordu.

TRT’nin bu bakış açısı müzisyenlerde de etkisini buldu. Hareket etmeyen, durgun, donuk bir ruh haliyle okunan türküler, sahne duruş biçiminden, türküyü okuyuş biçimine kadar bu havayı yansıttı. Gençliğin dinamizminden uzak bu tarz, belki de zorunluluktan dolayı bir süre kendini dinlettirdi ancak bir süre sonra bu zorunluluk da pek etkili olamadı. Ve TRT’nin yanlış türküler politikası pahalıya mal oldu.

Artık gençler türkü politikasında usanmış, bu nedenle türkü söylemiyor, bağlama çalmıyordu. Hatta yolda bağlama taşımaktan bile çekiniyordu. Zaman, türkü söylemenin, bağlama çalmanın geri kafalılık olarak nitelendirildiği bir döneme evriliyordu. Oysa geri kafalılık TRT’nin ta kendisindeydi.

Bu yıllarda türküleri çok sesli yorumlayan ve türkülere büyük katkılar sunan, ona açılımlar sağlayan Ruhi Su da politik çizgisi nedeniyle saldırılara uğramaktaydı. Yaptığı çalışmalar engellenmekteydi. Ancak her şeye karşın Ruhi Su’ nun bu çalışmaları daha sonraki yıllara ışık tutacak nitelikteydi.

Aynı yıllar “abdal” kültürünün çağdaş temsilcilerinden Neşet Ertaş geniş halk kesimleri tarafından tanınmaya başladı. Artık müzik çevreleri “bozlak” ustası Muharrem Ertaş’ın oğlu Neşet Ertaş’ı tanıyordu. Ama yürürlükte olan genel müzik politikası onunda önünü açmak taraftarı değildi.

Siyah-beyaz ekranlarda müzik deyince değinmeden geçmeyeceğimiz bir nokta da Eurovision şarkı yarışmalarıdır.

Türkiye’nin uzun yıllar gündeminden düşürmeyeceği Eurovision şarkı yarışması siyah- beyaz ekran’ın ilk yıllarıyla birlikte halkın gündemine oturdu. Eurovision şarkı yarışması’nın olduğu günler adeta nefesler tutuluyor, televizyonun karşısında ayrılınmıyordu. Herkes, Türkiye adına katılan şarkının iyi bir derece alması için neredeyse dualar ediyordu. Ama beklenenin aksine her defasında sonuncu olmak izleyenleri hüsrana uğratıyordu. Tabii ki sonunculuğun nedenleri ise her zaman Avrupa’nın Türkiye’ye düşmanlığı olarak nitelendiriliyordu. Oysa müzikal olarak yanlış politikaların kurbanı olunuyordu. Kendine has yerel müziğimizin üzerine batının çok sesli yapısını oturtmak varken, direkt batı müziğini taklit etmek tercih ediliyordu. Elbette batı müziğinin kötü birer taklidi olan bu yapımların iyi bir derece almasını beklemek yanlış olurdu. Nitekim iyi bir sonuç da alınamıyordu. Örneğin “operanın merkezi” diye tanımlayabileceğimiz, Avusturya’dan, Çetin Alp’in yaptığı’ opera(!)nın saçma puan almasını beklemek elbette saçma bir şey olmaktadır. Öyle ki Eurovision şarkı yarışmalarında tüm zamanları en kötü parçası “opera” seçilmiştir.

ARABESK

Yoksul Anadolu halkı geçim sıkıntısı içinde inim inim inlerken derdine derman arıyordu. Taşı toprağı altın olan İstanbul ise karşılarına umut ışığı olarak çıkıyordu. Ancak büyük şehir İstanbul’a vardıklarında ise hiç de umutlarını bulamıyorlardı. Elinde tahta bavulu sırtında çadırıyla Haydarpaşa Garı’ndan çıktıklarında karşılarında yoksul köylerinin, kentlerinin yanı sıra onları yutmaya çalışan bir canavar çıkıyordu.

Geçim sıkıntısı, işsizlik yaşamlarının ayrılmaz parçası iken, tabir edilen biçimiyle aslanın ağzındaki ekmek bir anda aslanın midesine düşmüştü. Onu çıkartmak ise her yiğidin harcı değildi. Bu büyük şehirde yapayalnız kalmak korkutucu bir hal almaktaydı. Çözüm ise kendi hemşerilerinin bulunduğu mahallelerde yaşamaktı. Tabii bunun bir başka boyutu da kendine yabancı bu kentin getirdiği hasretlikti. Halk kendinden olanı arıyor ama bulamıyordu.
İşte bu yıllarda, bir yandan türkülerin yaşadığı tıkanıklığı aşmaya çabalayan müzisyenlerin çalışmaları; bir yandan da var olan yaşam şartları “minibüs müziğini” yani, daha sonra “arabesk” olarak adlandırılan türü doğurdu.

“Bir teselli ver
Bir teselli ver
Yarattığın mecnuna bir teselli ver”

‘70’te “bir teselli ver” kırkbeşliğiyle çıkış yapan Orhan Gencebay gecekondularda yaşayan halkı, yoksul emekçi kesimleri, işsizleri o dönemin deyimiyle “gariban kesimi” sarıp sarmalamıştı.

Gerek müzikal formuyla bu kesimlere yabancı gelmeyen, gerekse anlattıklarıyla daha sosyal bir yapıya sahip bu tür kısa sürede yaygınlaştı. Öyle ki Orhan Gencebay’ın 1968 yılında piyasaya çıkardığı ilk plağı ”Başa Gelen Çekilir” den bir yıl sonra, ‘69’da hazırladığı “Sevenler Mesut Olmaz” adlı kırkbeşliği bir ay içinde 150 bin satmıştı. Asıl çıkış yaptığı plak ise “Bir Teselli Ver” olmuş, bunun satışı da kısa süre içinde 600 bine ulaşmıştı.

“Hor görme garibi
Nice umut dolu hayat yolunda
Yolunu kaybeden garip ne yapsın
Her şey haktan ama zulmetme kuldan
Gönül bir zalimi sevdi ne yapsın
Mademki yaşamaya geldik dünyaya
Benimde her şeyde bir hakkım vardır
Sevmiyorsan hor görme bari
Benimde senin gibi allahım vardır.

Geniş kesimler tarafından ilgi gören arabesk pek çok Anadolu genci için ise umut ışığı oldu. Yanık sesli, yoksul, Anadolu’nun bağrından gelmiş gençler için ekmek kapısıydı artık arabesk. Arap müzikal motiflerini işleyen pek çok müzisyen meşhur olma yolunda ardı ardına plaklar çıkarmaya başladı. Ferdi Tayfur, Müslüm Gürses vb.

Önceleri daha çok ekonomik zorluklar altında ezilen kesimlerin acılarını anlattığı gibi, adaletli bir yaşam özlemini de dile getiren arabesk, sonraları ise derdini ifade eden ama kaderine teslim olmuş bir ruh haline büründü. Orhan Gencebay’ın
“Böyle gelmiş böyle gitmez
Bu derde sabır yetmez…”
Dizelerinin yanı sıra Ferdi Tayfur’un

“… ağlamak ne kar eder
Böyle gelmiş böyle gider…”

Dizeleriyle içerikteki dönüşüm gözler önüne seriliyor. Bu değişim ‘80 sonrasında daha da belirginleşiyor.

İçerikteki değişimi ’80 askeri darbesinin toplum üzerindeki etkilerine bağlamak yerinde olacaktır.’70’li yıllarda oldukça yüksek olan hak alma bilinci arabesk paröalarda da gözlenirken daha sonraki yıllarda yılgınlığın ve kaderciliğin yükselmesi toplumsal muhalefetin düşmesiyle olmuştur. ’80 askeri darbesinin halk üzerinde uyguladığı baskı ve zor, politik dengeleri alt üst etmiştir ve bu nedenle yeni sürecin hakimi ordunun politikaları müzikal biçimi ve içeriği belirlemiştir.

Tüm bunlarla birlikte arabesk’ 90 ‘ların başlarına kadar gündemdeki hâkimiyetini korur. Yine bu yıllarda, batı müziğinin kötü taklitleri olan “aranjmanlar” ise biraz daha elit tabakaya seslenir. Ancak arabesk kadar, büyük halk kesimlerine ulaşmaz.

DEVRİMCİ MÜCADELE GELİŞİYOR

Yükselen toplumsal muhalefet ‘70’li yıllarda kendini iyiden iyiye hissettiriyordu. Yüz binler hak alma bilinciyle, bağımsızlık için, sosyalizm için meydanları inletiyordu. Bu yükselen inanç tabi ki sanatçı aydın kesimini de beraberinde sürüklüyordu. Değişen süreç, Cem Karaca, Moğollar, Züfü Livaneli gibi isimlerin çalışmalarında, müzikal olduğu kadar içerik boyutuyla da toplumsal değişimi dikkate almalarını zorunlu kılıyor.

İçerik olarak halkın isteklerini konu alan türküler üretirken bir diğer yandan da Anadolu halk müziği, batı müzikal formlarının gelişkin unsurlarıyla kaynaştırılıyordu. Bu da, dönemin özgün bir yanı oluyordu. Bu güne kadar türküleri düzenlerken kullanılan enstrümanlar bağlama, kaval, davul vb. iken artık bunların yanı sıra gitar, piyano, keman… vb. enstrümanlar da düzenlemelerin ayrılmaz bir parçası oluyordu. Tüm bunlarla birlikte klasik halk müziğinin tek sesli yapısı da çok sesli bir forma evriliyordu.

Ancak bu gelişim tüm hızıyla sürerken Anadolu ozanlar geleneği de gücü oranında devam ediyor. Duyarlı kesimlerin dillerinden düşmüyordu. İçerik olarak halk muhalefetinin ifadelerini kullanan bu kesimler üslup olarak ise daha kaba bir ifade tarzını seçiyorlardı.

Anti-emperyalist bilinç, politik içeriğin benimsenmesini getirirken, kitleselleşen mitingler, gösteriler, üniversite forumları, işçi grevleri, memur eylemleri ortamın motivasyon gücü olan devrimci marşların yapılmasını zorunlu kılıyordu. Yalnız bu dönem daha çok öne çıkan yöntem varolan askeri marşların üzerlerine devrimci-politik sözlerin yazılması şeklinde kendini gösteriyordu. Varolan ihtiyaç pratik olarak böyle gideriliyordu. Ancak öne çıkan devrimci muhalefet yepyeni devrimci marşların yapılabilmesi için gerekli ortamı zaten hazırlıyordu. Buna karşın, yeterli ortam olmasıyla birlikte, çok fazla üretimin olduğu söylenemez. Ya da en azından yükselen devrimci muhalefetin oranında devrimci muhalefetin, oranında üretimin olduğunu söylemek yersiz ve yanlış olur. Evet, dönemin müzisyenleri böylesi politik ortamda, devrimci kitlesel eylemler varken bu muhtevada, yeterince türkü ve marş üretememiştir. Bu da göstermektedir ki dönemin müzisyenleri devrimci muhalefetin pratik, müzikal ihtiyaçlarını görememişlerdir. Veya görmek istememişlerdir.

Var olan pratik ortamın ’80 askeri darbesiyle düşmüş olması bu faliyetlerin de sona ermesi anlamına gelmektedir. 80’lerle birlikte yaratılan depolitizasyon ortamı, devrimci müzikal seyrin uzun yıllar canlanamamasını getirmektedir. Ancak 85’ten sonra Grup Yorum’un faliyetleri politik ortamın biraz daha hareketlenmesini sağlamıştır. Varolan depolitizasyon ortamından sıyrılmanın henüz yaşandığı yıllar olan bu günlerde, politik söylemleriyle öne çıkan Grup Yorum, gerek içerik, gerekse müzikal boyutlarda yaptığı açılımlarla bir tarzın öncüsü olmuştur. Bundan sonraki günlerde grup müziğinin yaygınlaştığı, geniş kesimler tarafından benimsendiği görülmüştür. Nitekim ‘90’ların başlarıyla birlikte Grup Yorum’u örnek alan siyasal muhtevaya sahip pek çok müzik grubu çıkmıştır. Tabii yıllar ilerledikçe özellikle politik söylemlerden uzaklaşan bu gruplar ardı ardına dağılmıştır. Yada devrimcilik yada radikallik adına müzikal estetikten kopmuşlardır. Ve ilerleyen yıllarla birlikte Grup Yorum bu kulvarda adeta tek başına kalmıştır.

Bunların yanı sıra bu dönemin, yani politik ortamın çok alt seviyeye düştüğü bu sürecin başka bir özgünlüğü ise siyasal ifadeleri kullanan ama yılgınlığı temel alan ve müzikal olarakta farklı bir versiyonla arabesk tarzı kullanan Ahmet Kaya gibi isimleri öne çıkartmasıdır. Varolan boşlığu kullanan bu gibi isimler kısa sürede büyük dinleyici topluluklarına kavuşmuştur. Yine bu dönemde politik içeriği olmasa da Ezginin Günlüğü, Yeni Türkü gibi gruplar kendinde olmayan misyonlar yüklenerek sahiplenilmiştir.

Grup Yorum’un, söylem tarzı, müzikal formu, sahnedeki duruş biçimi, sapmaz politik çizgisi ve sanatçı-aydın tavrı geçmiş ve var olan sanatçı tiplemesi içersinde ayırt edici özelliği olmuştur.

’80 askeri darbesi sonrasında yapılan politikalar, halk muhalefetini yok etmek ve tekrar doğrulmasının önünü almak için yoğun bir faaliyetin göstergesi oldu. Bu politikaların birinci ayağı baskı ve zor olmakla birlikte daha sonraki ve daha belirleyici olanı ise kültürel anlamda büyük bir dejenerasyonun organizasyonu oldu. Uygulanan politikalar değersizleşme ve geleneksel kültürün unutulması şeklinde kendini göstermeye başladı. Bu politikanın hayata geçebilmesi için ise en önemli unsur tabiî ki kültürel ve sanatsal faaliyetlerin buna hizmet edecek tarzda örgütlenmesiydi. Bunda dolayı da kurulu sistemin geçmişten bugüne adımlar attığı sanat politikası daha bir iradi hale getirildi. Medya bu tarzda örgütlendi. Tam bir denetim altına alındı. Yayın politikaları bu tarzda şekillendirildi. Geleneksel müzikal formdan gittikçe uzaklaşıldı. İlkemiz açısından tam temelleri olmayan müzikal formlar ve bu içeriklerle oluşmuş müzik türleri halka benimsetildi. Beğeniler alt üst edildi. Düşünmeyen, tartışmayan bir ruh hali oluşturuldu.

Nitekim 70’lerin başında yaygınlaşan ve giderek “kaderci”, “ezik-yenik” bir ruh halini kitlelere taşıyan arabesk müzik bu faaliyetin bir ayağını oluştururken 90’larla birlikte bu müzik yerini popa devretmiştir. Ve bunlar var olan kurulu düzenin, 90’larla birlikte kitleleri yozlaştırmaya ve halk kültüründen uzaklaşarak, kendi sorunlarına yabancı bir nesil yaratmak için giriştiği faaliyet açısından güçlü bir silahı olmaktadır.

90’ların baçından itibaren TRT, elinde bulundurduğu medya tekelini açılan özel televizyon kanlarlına kaptırdı. Ancak bunlar da açıldıkları, yayın faaliyetlerine başladıkları andan itibaren TRT’den çok daha ileriye giderek, topluma yayılmaya başlanan dejenerasyonu körükledi. Başlattıkları yirmidört saat yayın faaliyeti halkın gündemine giren, onu yönlendiren, beğenilerini biçimlendiren temel bir unsur oldu.

Büyük ölçüde özel televizyon kanallarının etkisiyle hemen her hafta yeni bir pop yıldızı kitlelere sunuluyordu. Artık bir süre sonra, bir anda ünlenen “müzisyenleri”takip etmek bile güçleşmeye başladı. Yüzü eskimeye başlayan bir kişinin yerini hemen bir başkası alıyordu. Ve sonra bir başkası… Yonca Evcimik, Hakan Peker, Harun Kolçak, Aşkın Nur Yengi, vb… ismi bile hatırlanmayan pek çok star.

Gelişen pop akımı biçim olarak TRT’nin muhafazakâr kafa yapısının ve son dönemin tabiriyle arabeskin demode yapısının aksine gençlere dinamik, heyecanlı, renkli günler armağan ediyordu. Gençler artık bu müzikle coşmalı dünya umrunda olmamalıydı. Dönemin istenilen kültür politikası buna hizmet etmekteydi ve nitekim bu konuda başarılı olunduğu da söylenebilir. Ve 80 sonrası kültürel, müzikal gerileme ve yozlaşmanın en fazla görüldüğü dönemler olarak bu yıllar gösterilebilir.

Ancak pop’unda çok temel bir açmazı vardı ki o da halkın geleneksel müzik kültürünün üzerinden şekilleniyordu. Aşağı görünen arabeskin bile kimi yönleriyle halkın genel kültürel yapısıyla bağları varken popun bu yönde hiçbir niteliği yoktur. Ve ciddi temelleri olmayan bir şekillenişin sonu tükeniş olabilirdi ancak. Nitekim son dönem olarak tabir edeceğimiz bir süreçte bu durum kendini halk türkülerine dönüş olarak gösterdi. Bu süreçte, pop müzik yapan ve yıkılmak istemeyen kişiler kendini türkülere verdi. Veya enazından albümünde bir tanede olsa türkü okudu. Ancak gelişen ve popu deviren türküler akımı da ciddi, sağlam temeller üzerinden yükselmiyordu. Çünkü var olan kesimleri düzen, medya tekelleri hakimiyeti altına almıştır. Medya duruma el atmış, pop’un devrinin bittiğini anladığı anda kendi iradesinde yükselen türküler furyasını halka sunmuştur. Tüm bunlarla birlikte, el atılan türkülerin müzikal gelişimi ise çok sığ ve bayağı olmuştur. Varolan halk türkülerinin müzikal yapılarının, düzenlemelerinin izerine ciddi anlamda eğilinmemiştir. Ticari kaygılar belirleyici olmuştur. Emek harcanmamıştır.

‘90’ların belirleyici yanlarından birisi ise tüm dünya genelinde olduğu gibi, etnik müziğin yaygınlaşmasıdır. Bu akımın ülkemize yansıması ise daha çok Anadolu’da yaşayan halkların müzikal formlarında ve dillerinde türkülerin söylenmesi niteliğinde olmuştur. Tabii bu çıkışın yapılabilmesinde devrimci, politik ortamın belirleyiciliği de açıktır. Ve bu gelişimin en önemli ayaklarından birini ise Grup Yorum oluşturmaktadır.’80 sonrası gözaltılar, tutsaklıklar ilk kez kürtçe türküyü Grup Yorum seslendirmiştir. Daha sonra ise ilk kez bir albümünde Kürtçe türkülere yer vermiştir. Çerkesçe, Lazca ve Arapça’yla da bu ağı genişletmiştir. Bu gün ise bu tür çalışmaları yapan pek çok müzisyen vardır.

‘90’a kadar etnik müziğin seyri ise daha çok yasakların gölgesinde kalmıştır. Ancak türlü yasaklamalara karşın evlerde çoğaltılarak, el altından dağıtılarak, dinlenerek bu türküler korunmuştur.

1900- 2000 yılları arasında ülkemizdeki ve kısmen dünyadaki müzikal gelişim, değişim ve öne çıkan akımlar bu şekilde olmuştur. Elbette tekrar belirtmekte yarar vardır ki değindiğimiz her konu üzerine kuşkusuz çok fazla durulması gerekmektedir. Ancak kaba hatlarıyla bir tablo çizdiğimizde karşımıza çıkacak yönler bunlar olmaktadır.

Dikkat edilecek önemli bir nokta, hatta değişimin temel noktası toplumsal farklılaşmaların yaşandığı, çeşitli siyasal akımların yönetime geldiği dönemlerde müzikal beğenilerin, içerik ve biçimde farklılaşmalar yaşadığıdır. Yani toplumsal değişimlerin yaşandığı her yerde yönetime gelen politik organizasyonun kendi bakış açısıyla müziğe bir yön verdiğidir. Ancak buradan yanlış bir sonuçta çıkartılmamalıdır. Çünkü müziğin toplumsal bir muhtevadan uzaklaşmasını beklemek çok yanlıştır. Kuşkusuz müzik de hayatın içindedir ve bir taraftır.
Tarihte her dönem müzikal formların oluşması bunların içeriklerinin niteliklerinin belirlenmesi yönetici kurumların bakış açısı veya ülkede öne çıkan siyasal akımların nitelikleri çerçevesinde şekillenmiştir. Müziğin gelişin göstermesi veya gerilemesi de ülkeye hakim güçlü politik organizasyonun ideolojisinin niteliğiyle ilintilidir.

Geçtiğimiz yüzyıl içersinde Osmanlı’nın son dönemlerdeki batıya hayranlık müzikte yansımasını nasıl bulmuşsa, Sovyetlerdeki müzik politikası nasıl müziğin seyrini belirleyip, onun gelişimine önayak olmuşsa veya Mussolini İtalya’sı Nazi Almanya’sında müziğin önü tıkanarak, dar bir bakış açısı hakim kılınıp, gelişim yok edilerek güçlü müzikal üretimler yapılamamışsa tüm bunlar var olan politik organizasyonların ideolojilerinin birer ürünüdür. Dünyaya ve insanlığa bakış açılarının müzikteki yansımasıdır. Örneğin faşist Almanya’nın müzikal gelişim katetmesini beklemek doğasına aykırıdır. Çünkü insanlığa sabit bir bakış açıları vardır ve elbette ellerindeki silahlardan biri olan müziği de bu yönde kullanacaktır. Ve baskı ve katliamcı tutumları müzikte de etkilerini taşıyacaktır.

Ülkemizde ise istenilen toplumsal politikaların hayata geçebilmesi için yürütülen müzik politikası yaşadığımız yüzyıl içersinde daima halkın geleneksel müzik formlarını derinlerde tutmuş, onun gün yüzüne çıkmasını engellemiştir. Veya otantik halinden bir adım ileriye gidebilmesi için hiçbir girişim yapılmamıştır. Aksine geleneksel temeller üzerine oturmayan sürekli batı taklitleri ve içerik olarak yılgınlığın, suskunluğun örgütlendiği tarzlar revaçta olmuştur. Son dönem diye tabir edebileceğimiz süreçten örnek verirsek arabesk ve ardından pop furyası bu niteliktedir.

Varolan müzik politikasına karşı çıkış ve alternatif yaratma çabası içersinde olan Ruhi Su, Grup Yorum, gibi müzisyenler ise daima baskı, yasak ve engellemelerle karşılaşmıştır. Ancak toplumsal muhalafetin yükseldiği, güçlü olduğu dönemlerde ise müzisyenler de üretimlerde bu gerçeği gözardı edemez durumda olmuşlardır. ‘70’li yıllar Türkiye’sindeki müzikal seyir buna örnek niteliktedir. Öyle ki bu yıllarda arabeskin bile toplumsal bir yapısının olduğundan sözedilebilir.

Geçtiğimiz yüzyılın başlarında yükselen sosyalist devrimler daha sonraki yıllarda emperyalist saldırıların karşısında sağlam bir yapıda duramayınca emperyalist hegemonya dünyaya hakim olmuştur. Ve bugünün dünyasında müzik politikasını ağırlıklı olarak emperyalist politikalar yönlendirmektedir. Bunun sonucunda müzik çalışmalarının büyük bir oranı sömürü ağının bir parçası olarak dejenerasyon ve suskunluğu aşılayan, çevresine yabancı, insani değerleri hiçe sayan bir kültürel şekillenmeye hizmet etmektedir.

Ülkemizde devrimci mücadelenin seyrinin düştüğü dönemlerden biri olan son dönemde müzikal çalışmalar da genel olarak kültürel dejenerasyon vb. hizmet etmektedir. Grup Yorum ve buna eklenebilecek birkaç ismin dışında bu politikaya karşı çıkan da yoktur. Böylesi bir ortamda teknik olarak müziğin gelişeceğinden söz etmek çok ta mümkün değildir. Nitekim Anadolu motiflerine yabancı, biçimi yerellikten uzak, içerik olarak genel halkın sorun ve gündemlerine yabancı yapımlar yaygındır.

Bundan sonraki dönemlerde müzikal gelişimin sağlam temeller üzerinde yükselebilmesi için müziğin devrimci bir tarzda ele alınması gerekmektedir. Elbette bu noktada yukarıda da söz ettiğimiz gibi halkın devrimci dinamiklerinin yükselmesinin de buna çok büyük katkıları olacaktır. Kuşkusuz müziğimizde halkın genel gelişimini sağlayacak faktörlerdendir. Ancak bir bütün olarak birbirlerini etkileyerek bir gelişim seyri izlenecektir.

2004.10.26

Biz Kimiz?

Biz Kimiz?
12 Eylül darbesi, geçici olarak burjuvazinin krizine derman olurken, devrimciler başta olmak üzere halka karşı büyük bir terör hareketi de başlattı. Cunta, kendi şablonlarına uymayan kişi ve kurumları, fiziksel olarak ya yok ediyor ya da rehabilitasyon için hapishanelere dolduruyordu.

Aynı günlerde, halkı savunmak için en önde mücadele etmesi gereken sol hareketlerin büyük bir bölümü; yenilginin ve teslimiyetin teorilerini yapıyor, bir kısmı da yurtdışına çıkmayı tercih ediyordu.

Ülke suskundu. Yüreğiyle, kopmaz bir bağla devrime bağlananlar ise dağlarda, hapishanelerde ölüyor, cuntaya teslim olmuyordu. Çıkan tek ses, dört duvar ardında ölüme direnenlerin sesiydi.

Darbenin etkisi sadece fiziksel olarak yaşanmıyordu. Cunta, halkın değerlerine ve yaşam biçimine de el atmıştı. Yepyeni bir kuşak, yepyeni bir kültürle ve ahlakla yetişiyordu: Düşünmeyen, üretmeyen, korkan, sinen bir kuşak... Kültürel ve sanatsal faaliyetlerde yapılacak olan müdahaleler, cuntanın hazırladığı yeni şekillenme dönemi için önemli bir silahtı. Cunta, bu alanı da tepeden tırnağa restore etmek için kolları sıvamıştı. Önce okullardan başladılar, ardından sanatçı ve aydınlara sıra geldi. Kimini tutukluyor, kimine gözdağı veriyor, korkutuyordu. Bu dönemde aydınlar ve sanatçılar tarafsızlaşıp yanıbaşında olup bitene seyirci kalmaya başladı. Kısa süre içerisinde de dönen çarkın bir parçası oldular. Söylenene bakılırsa pekçoğu hala "demokrat"tı.

Kısacası, halk, kendi kültürüne sanatına yabancılaştırılıyor, emperyalizmin yoz değerleriyle, sanatıyla, medyanın da yardımıyla vurdumduymaz, umursamaz bir kitleye dönüşüyordu.

Hep böyle süremezdi. Birileri bu gidişe "dur" diyecekti. Belki, belki küçük bir ses olacaktı ama büyüyeceği kesindi. Hapishanelerden yükselen direniş çağrısını önce analar aldı. Çağrı yayıldı. Artık yol açılmıştı.

Grup Yorum, işte böyle bir dönem yaşanırken kuruldu. "Eylül karanlığında ışık, suskunluğa ses olmak istedik. Kendimizi ifade biçimiydi müzik. Kardeşliğin, eşitliğin, paylaşmanın düşüyle düştük bir uzun yürüyüşe. Sevgi bizimle, umut bizimleydi. Sömürüsüz ve özgür günlerin özlemi bizimle..." Çıkışımız bir bakıma 12 Eylül'e bir tepki niteliğindeydi ama orada kalamazdık, kalmadık da. Zaten durağan hiçbirşeyin yaşama hakkı yoktur. Gelişim kaçınılmazdır. Gelişim sancılar yaratsa da gelişmeyen yok olur, ölür.

Gelişmeli kökleşmeliydik. Her alanda, her yerde. Düzenin karşısına halkın demokratik kültürünü ve sosyalist tarihsel birikimini, kuramlarını dayanak alarak yeni bir müzik, yeni bir tarz yaratmayı amaçladık. Üretimlerimizin, halkı içinde bulunduğu dönemin karamsarlığından kurtarıp, onlara mücadele bilinci taşımasını istedik. Statükoları ve kalıpları yıkmayı amaçladık. Ticari kaygılardan uzak olmalıydık. Özellikle o dönemde yaşanan arabesk furyası, zaten çeşitli sıkıntılarla savrulan insanlarımıza kaderine mahkum olmayı öğütlüyordu. Biz, oturduğu yerden kaldıran, silken, coşku veren, motive eden şarkıların üreticisi olmayı hedefledik. Geçen bunca zaman içerisinde bunu başardık diyebiliriz.

Ekmekten aşka ve kavgaya kadar halkımızın bütün sorunlarını müziğimize katmaya çalıştık. Düzen, bireyciliği dayattıkça biz kolektivizmi ve paylaşmanın erdemini savunduk. Bugüne kadar yüceltilen burjuva sanatçı kişiliğine darbeler vurduk. İşe doğal olarak kendimizden başladık. İsimleri, kişileri değil Grup Yorum'u öne çıkardık. Kendi alanımızın koşullarını yorumlayarak populizm, elitizm türünden her türlü sapmaya tavır aldık.

Egemenlerin bizden çaldığı tarihsel mirasımızın peşine düştük. Onların ışığında yeniyi yaratmaya yöneldik. Hep bizim olan ama hep gelişen türkülerin sevdasını güttük ama kuşkusuz bunu tek başına bir "müzik grubu" olarak yapsaydık bugüne kadar yaşadığımız baskıların zerresini yaşamazdık. Yada ilk zorlukta parçalara ayrılırdık. Biz bu görevi devrimci mücadelenin bir alan faaliyeti olarak kavradık. Müziğimizi sınıfsal olarak ele alıp, onu, ezilen sınıfların mücadelesine sunduk.

İşte Grup Yorum'un düzen açısından tehlikesi bundandır. Sözümüzle, tek tek her notamızla ezilenleri devrime çağırdık. Yani uyuyan devi uyandırma aşamasında tartışılmaz bir pay sahibi olduk. "Tehlikeli" oluşumuz bundandır. Düşüncelerimizin, söylediklerimizin ardında durduk.

Kültür ve sanat sınıfsal bakış açısı ile değerlendirilmelidir. Bütün kültürel-sanatsal değerler bir sınıfın damgasını taşır, ait olduğu sınıfın yararınadır. Tıpkı ekonomi gibi, devlet, hukuk gibi rehberi siyaset olan sanat da sınıfsal bir şekillenme içinde yerini alır, belli bir sınıfın duygu ve düşüncelerini yansıtır. Yani ezen sınıfa yada ezilen sınıfa hizmet eder. Biz zor olanı seçtik. Ezilenlerden yana olduk.

Elbette sosyalist öğretiye benimsemek, halkın çıkarlarını savunmak, sanatı devrimci bir araç olarak kullanabilmek için yeterli sayılmaz. Muhakkak ki sosyalist ögretiyi benimsemek ve halkin çikarlarini savunmak, sanati devrimci bir araç olarak kullanabilmek için yeterli sayilamaz. Emekçi yığınların arasından çıkarak toplumsal gelişme dinamikleri içinde yeralabilenler devrim için sanat yapabilirler.

Kurulduğumuzdan bu yana tavizsiz, ilkeli bir şekilde sanatsal faaliyetlerimize devam ediyoruz. Yeniyi yaratma çabası içerisindeyken de hem sanatsal, hem eylemsel bir çok ilke imza attık. İlk olmanın, karşı koymanın bedelleri vardır. Bunu biliyorduk ve ilk olmanın bedellerini ödedik, ödemeye devam ediyoruz. Yaşadığımız her günün bedeli fazlasıyla ödenmiştir.

İlk tutukluluğumuz 1988 yılında, bir konserde söylediğimiz Kürtçe türküden dolayı yaşadık. Bu türkü, 12 Eylül sonrasında söylenen ilk Kürtçe türküydü. Bugün bizi eleştirenler önce bunu öğrenmelidir. O kapıyı da biz açtık.

Sonra Mersin... Bütün Yorumcular tutsak düştü ama dışarıda Grup Yorum konserlerine devam etti. Kaç kere gözaltına alındık, kaç kez tutsak düştük, kaç kez işkence gördük artık biz de sayısını bilmiyoruz. Nasıl böyle direndiğimiz merak ediliyor? Ektiğimiz fideler tuttuğu için. "Türküler Susmaz Halaylar Sürer" sloganının anlamı da budur.

Hak arama mücadelesinin içinde yer aldığımızı hep söyledik. Bunun için işçilerin memurların, öğrencilerin ve gecekondu halkının hep yanında olduk. Onlarla birlikte direndik. Kendi hakkımız için de direndik. Çalışmalarımızı başından bu yana sürdürdüğümüz Ortaköy Kültür Merkezi'nin kapatılması, çalışmalarımızın engellenmesi ve konserlerimizin yasaklanmasını protesto etmekk için 1995 yılında CHP İstanbul İl Merkezi'ni işgal ettik. Yalnız ülkemizde değil, dünyada bir ilktir bu eylem. Grup Yorum, sadece şarkılarıyla değil, herşeyiyle hesap soracak bir yüreğe sahiptir.

Kar Makinası yol açıyor...

Zaman içerisinde açtığımız yolda yeni gruplar oluştu. Şu anda bu grupların bir kısmı fiilen çalışmalarını sürdürmüyor olsa da bizimdir, kolektivizmimizin içerisindedir. Ankara'ra da Grup Ekin, İstanbul'da Özgürlük Türküsü, Diyarbakır'da Koma Berfin, İzmir'de Günışığı, Adana'da Nisan Güneşi, Samsun'da Karadeniz bunlardan birkaçıdır. Yenileri de çıkacaktır.

Grup Yorum yol açmaya devam ediyor. Üreterek, albüm yaparak, ülkemizde ve dünyanın pek çok yerinde konserler vererek, haklar ve özgürlükler mücadelesinin içerisinde kimi zaman şarkı söyleyerek, kimi zaman pankart taşıyarak yolumuza devam ediyoruz. Bunların yanısıra devrimci sanatçı tavrımızla örnek olmaya yol göstermeye devam ediyoruz. Demokratik kitle örgütlerinin, derneklerin etkinliklerine katkı sağlamak, dayanışma gecelerine katılmak, devrimci sanatçı duyarlılığımızla olmamız gereken yeri bilerek devam ediyoruz.

Bütün bu saydıklarımız bizi, susturulması emredilen, tehlikeli görülen müzisyenlerin yeraldığı MGK listelerinde birinci sıraya koydu. Onur duyuyoruz. Baskının olduğu yerde en meşru olanı, direnmeyi seçtik ve baskı sahipleri tarafından hedef gösteriliyoruz. Bundan daha zorlu ve onurlu birşey olabilir mi?

Yıllarca çalışmalarımızı engellemek, bizi susturmak için herşeyi denediler. Tutsak düştük, işkence gördük, yasaklandık, sınırdışı edildik. Hiçbiri ama hiçbiri tutmuyor, tutmayacak. Hiçbir karar bizi yolumuzdan döndüremez. Shakespeare, "bir ulusun türkülerini yapanlar, yasalarını yapanlardan daha güçlüdür" diyordu. Yasaları yapanlar, Grup Yorum adını duyduklarında "izin vermeyin, gözaltına alın, işkence yapın, tutuklayın" diyor. Bize güvenenleri, bizlerle yola çıkanların güvenini boşa çıkartmayacağız. Bize inananları utandırmayacağız. Kazanana dek inandıklarımızdan zerrece taviz vermeden yolumuza devam edeceğiz.

GRUP YORUM
2004.05.25